Giriş, s. 11-14
Normalde felsefeye bırakmayı yeğleyeceğim bazı soruları sormaya karar verdiysem eğer, bunun sebebi bu denli sorgulayıcı olmasına rağmen felsefenin bunları sormadığını düşünmem; keza, bilhassa sosyal bilimler konusunda, zorunlu olmadığını düşündüğüm soruları habire sorduğu halde bu soruların genellikle pek felsefi olmayan gerekçelerini ve bilhassa nedenlerini sorgulamaktan kaçtığını düşünmemdir. Esasında akademik aklın (Kantçı anlamdaki) eleştirisini sorgulamaların genellikle dokunmadığı bir noktaya kadar itmek ve skhole* durumunun, yani serbest ve dünyadaki aciliyetlerden azat olmuş –bu aciliyetlerden ve dünyadan azat olmuş ve serbest bir ilişkiyi mümkün kılan– zaman durumunun varsayımlarını açıklığa kavuşturmak istiyordum. Fakat filozoflar, tıpkı diğer düşünce profesyonelleri gibi, bu varsayımları kendi pratiklerine katmakla kalmamış, bunları analiz etmekten ziyade meşrulaştırmak üzere, söylemin düzenine taşımışlardır.
Felsefenin, ulaşılmalarını zorlaştırmaya katkıda bulunduğu hakikatlerin önünü açmayı ümit eden bir araştırmayı gerekçelendirmek için, filozoflar tarafından adeta düşüncenin düşmanları olarak algılanan düşünürlerin (çünkü, Wittgenstein gibi, felsefenin ilk görevinin yanılsamaları, bilhassa felsefi geleneğin ürettiği ve yeniden ürettiği yanılsamaları dağıtmak olduğunu ileri sürüyorlar) sunduğu örnekten icazet alabilirdim. Fakat, göreceğimiz gibi, benim bu düşünümleri Pascal’ın himayesi altına yerleştirmemin başka sebepleri bulunuyordu. Uzun zamandır –genellikle kötü niyetle– Marx’la ilişkim sorulduğunda, sonuçta illaki biriyle yakınlık kurmam gerekiyorsa, daha ziyade Pascalcı olduğum yanıtını vermeyi alışkanlık edinmiştim: Bundan kastım özellikle bu yakınlığın en görünür olduğu simgesel iktidarla ilgili hususlar ve temellendirme ihtirasının reddi gibi Pascal’ın yapıtının daha az bilinen yönleriydi. Ancak her şeyin ötesinde, “sıradan insanlar”a ve “halkın sağlıklı kanaatleri”ne duyduğu –her tür naif popülizmden uzak– saygıdan dolayı Pascal’a (kendi anladığım haliyle) hep minnettar olmuştum; aynı şekilde, bu saygıdan ayrı düşünülemeyecek olan ve daima “sonuçların nedeni”ni ya da “bütün gün bir tavşanın peşinde koşmak” gibi görünürde en tutarsız veya en gülünç insan davranışlarının varlık sebebini aramaya ve “filozofluk taslama”ya, sağduyuya ait kanaatlerin beyhudeliği karşısındaki sıradışı şaşkınlıklarıyla şaşırtmaya çalışmaya her daim hazır olan “yarım akıllı”ların aksine bunlar karşısında infiale kapılmaktan veya bunlarla dalga geçmekten imtina etme isteğinden dolayı da ona minnettardım.
Pascal’ın “gerçek felsefe felsefeyle alay eder” derken haklı olduğuna inandığımdan, skolastik görgü kurallarının bu sloganı olduğu gibi benimsememe engel olmasına sık sık üzülmüşümdür: Öncelikle filozofların kendilerine felsefe adına uygulanan simgesel şiddete karşı, bu şiddetin etkilerini savuşturmak için en çok başvurulan silahları, yani ironi, pastiş veya parodiyi kullanmak istediğim zamanlar oldu. Sanata ve sanatçılara olan inancı kendi pratiklerinde tartışma konusu etmekten asla kaçınmamış yazarların (Heideggerci kitsch üzerine Thomas Bernhard, Alman idealistlerinin duman bulutları üzerine de Elfriede Jelinek) veya Duchamp’dan Devautour’a kadar nice sanatçının özgürlüğüne imrenmemek mümkün mü?
Felsefeye ve entelektüellerin sözlerine doğrudan ve muazzam etkiler atfetmekteki kibir, bana göre, Schopenhauer’in “ukalalık komedisi” dediği şeyin en âlâ örneğini teşkil eder, ki bundan kastı, tıpkı sahnede dışkılayan bir sahne atı gibi, kişi kendi kavramında olmayan bir eylemi gerçekleştirdiğinde içine düşülen gülünç durumdur. “Modern” veya “postmodern” filozoflarımızın, onları karşı karşıya getiren çatışmaların ötesinde ortak bir noktaları varsa eğer, o da söylemin gücüne olan aşırı güvenleridir. Akademik bir yorumu siyasi bir eylem olarak veya metin eleştirisini bir direniş başarısı olarak kabul edebilen ve kelimelerin düzenindeki devrimleri şeylerin düzenindeki radikal devrimler olarak yaşayabilen tipik lector yanılsamasıdır.
Müthiş kahraman rolleriyle hipnotize olmuşçasına özdeşleşme havalarına girmeye yol açan bu kadiri mutlaklık hayaline kapılmaktan nasıl kaçınılır? Bana kalırsa her şeyden önce yalnızca düşüncenin ve düşünce iktidarlarının sınırları üzerine değil, aynı zamanda düşüncenin icra edildiği koşullar üzerine de düşünmek gerekir – onlarca filozofu hem coğrafi hem toplumsal bakımdan kaçınılmaz olarak kısmi ve yerel olan ve toplumsal evrenin, hatta (genellikle ulusal bir geleneğe ve disipline indirgenerek yapılan referansların sınırlılığının gösterdiği gibi) entelektüel evrenin hep o aynı küçük alanıyla sınırlı olan toplumsal deneyimin ötesine geçmeye sevk eden koşullar üzerine. Buna karşın dünyanın gidişatının dikkatle gözlemlenmesi bu filozoflarda daha fazla tevazu uyandırmalıdır, zira şurası çok açık: Entelektüel iktidarların en etkili olduğu durumlar bu iktidarların toplumsal düzene içkin eğilimlerle aynı doğrultuda icra edildikleri durumlardır; bunlar sayesinde ifade bulan dünyanın kuvvetlerinin etkilerini –ihmallerle veya tavizlerle– tartışmasız biçimde ikiye katlarlar.
Burada söyleyeceklerimin –ki uzunca bir süre, en azından kısmen, kuramsal şeylerin pratik sezgisinde (sens pratique) örtük olarak bırakmak istemiştim– belirli bir varoluşun çok özel bir biçimde sınırlanmış tekil deneyimlerinden ileri geldiğini ve dünyadaki olayların veya akademik yaşamda olan bitenlerin bilinçler ve bilinçdışları üzerinde son derece derin etkileri olabileceğini biliyorum. Peki bu, söyleyeceklerimin bu yüzden özel veya göreli olacakları anlamına mı geliyor? Port-Royal’lilerin otoriteye ve itaate olan ilgileri, bunun ilkelerini açığa çıkarmaktaki kararlılıkları, bilhassa kültürel bakımdan son derece ayrıcalıklı olmalarına rağmen hemen hepsinin küstahlıklarından çok çektikleri kılıçlı asilzadelerden (noblesse d’epée) –hem başkalarının hem de kendilerinin gözünde– o dönemde hâlâ son derece ayrı bir kategori olan cübbeli asilzadelerin (noblesse de robe) burjuvazisine mensup olmalarına bağlanmıştır. Aristokratik değerler ve otoritenin –bilhassa da soylular otoritesinin– simgesel temelleri konusunda özel bir zihin açıklığına sahip olmalarının Kilise’nin veya Devlet’in dünyevi güçlerine karşı eleştirel bir tavır almalarına yol açan marjinal konumlarıyla pekâlâ bir ilgisi olabilir ama bu durum söz konusu zihin açıklığının açığa çıkardığı hakikati hiçbir şekilde geçersiz kılmaz.
Bazı epistemolojik görünümlü soruşturmaların ardında yatan dinsel veya siyasi ahlakçılık kalıntılarını reddetmek lazım. Düşünce düzeninde, Nietzsche’nin dediği gibi, günahsız gebelik diye bir şey yoktur ama aynı şekilde ilk günah diye bir şey de yoktur. Hakikati keşfedenin bunu keşfetmekte bir çıkarı olduğu keşfedilebilir diye bu keşif önemini zerre kadar yitirmez. “Saf” düşünce mucizesine inanmak isteyenler, hakikat veya erdem sevdasının, tıpkı bütün diğer eğilimler gibi, oluştuğu koşullara, yani toplumsal bir konuma ve güzergâha ister istemez bir şeyler borçlu olduğunu kabul etmek zorundadır. Hatta inanıyorum ki onca yatırım yaptığımız ve dolayısıyla Pascal’ın bahsettiği “bilmenin reddi”nin veya “hakikat nefreti”nin (hıncın sapkın sahte zihin açıklığının o tersyüz olmuş biçimiyle de olsa) bilhassa yoğun ve yaygın olduğu entelektüel yaşamdaki şeyleri düşünmek söz konusu olduğunda, hakikati açığa çıkarmak için bir nebze kişisel çıkar gütmek (ki bunu bir itham olmakla itham etmek kolaydır) gerçekten de fazla görülmemelidir.
Fakat yol açtıkları görelileştirme tehlikesine en başta kendileri maruz kalan tarihsel bilimlerin aşırı kırılganlığının bazı avantajları da yok değildir. Özellikle entelektüel modaların veya trendlerin dayatmaları ve cazibeleri karşısında, bunları sürekli konu etmenin zorunlu sonucu olan teyakkuzdan bahsedebilir ve bilhassa herhangi bir sezginin veya öngörünün temelinde yatabilecek itkileri, başkaldırıları veya içerlemeleri tabi kıldığım eleştiri, doğrulama ve irdeleme, tek kelimeyle yüceltme çalışmasını burada söz konusu edebilirim. Ait olduğum dünyayı tarafsız bir incelemeye tabi tuttuğumda, kaçınılmaz olarak kendi analizlerimin pençesine düştüğümü ve kendi aleyhime kullanılabilecek araçları temin ettiğimi bilmemem imkânsızdı: Bu gibi durumlarda söylenen “ava giden avlanır” sözü de, benim anladığım haliyle, yani kolektif bir girişim olarak düşünümselliğin çok etkili bir biçiminden başka bir şey değildir...
* Eski Yunancada “boş zaman” demek olan skhole, aynı zamanda “okul” anlamına gelen İng. school ve Fr. école sözcüklerinin de köküdür. –ç.n.