Alper Gürkan, "Bir Yamyam Var Bende Benden İçeri", Arka Kapak, Ocak 2016
İnsanın ve onu diğer türlerden ayırt edenin ne olduğuna ilişkin tanımlamalara sıkça müracaat edilmiştir tarihte. Aristoteles’in insanı düşünen hayvan diye nitelemesi bunlardan biridir. Bu tanım, ilk başta kulağı tırmalasa da insanların kendi erdemlerine sahip olmayanlara hayvan diyerek bu karşıtlığa başvurdukları da görülür. Hayvan, düşüncesizliğiyle insanın karşıtı gibi algılanır. Bir değer olarak hümanizm de özü itibariyle böylesi bir ayrıştırmanın ifadesidir: Akıl melekesiyle insan, doğal olandan koparılarak tanımlanır ve bu ilk başta insanı -diyelim hayvan karşısında yücelten bir sempati içerse de aynı zamanda doğal olana entegre ilkel insanla uygar insan arasında da bir hiyerarşi öngürüsüdür. Hiyerarşinin tepesinde “biz” vardır: Avrupa’da ilerlemeci bakış açısının oluşturduğu uygarlık söylencesi ve onun bir uzanımı olan Doğu-Batı ikiliği gibi tasnifler, tümüyle Avrupa-merkezci dünya görüşünün ifade kalıpları olarak anlamlıdır bu yüzden.
Avrupa’lı düşünürler, bu algıyı kendi değerlerinin kökünde bulunan nesnel bilimsellik üzerinden yürütürken koyu bir rasyonalizmden yola çıkmaktaydılar. Ancak Horkheimer’ın doğa sömürüsüyle insan sömürüsü arasında kurduğu diyalektik ve diğer Frankfurt Okulu teorisyenlerinin dünya savaşlarıyla sonuçlanan krizi rasyonalizm açısından eleştirmeleri, modernliğin alâmet-i farikası olan akılcılığın sonuçlarını aşikâr kıldı zamanla. Doğal olarak akılcılığın zirvesi olan Avru-Amerikan uygarlığının da Avrupa-merkezci düşüncenin de sapmasını gösterdi.
Lévi-Strauss da modern Avrupa’nın kendini dünyadan tecrit ederek yücelttiği uygarlık söylemine ilişkin şüpheleri görünür kılan düşünürlerdendir. Irk, Tarih ve Kültür’de ilkellik ve uygarlık karşıtlığının kurgusallığını ve ilerleme kavramı ekseninde kültürel farklılıkların özsel farklılıklar gibi okunmasının eleştirisini yapar. Farklı eserlerinde uygarlığın değerleriyle ötekilerin değerleri arasında sunulduğu kadar fark bulunmadığını, şekil değiştirmiş anlamların esastaki yakınlıklarını açık etmiştir. Mesela yamyamlığın özü itibariyle kendi türünden bir canlının bedeninin bir parçasını özümsemek olduğunu merkeze alarak bunun vahşilikle sıfatlandırılan ilkel insana mahsus olmadığını söyler Hepimiz Yamyamız’da. Söz konusu parçanın yenilmesi, içilmesi ya da modern dünyada yapıldığı gibi organ olarak nakledilmesi arasında özü itibariyle bir fark bulunmamaktadır: İnsan yeme olgusu olarak yamyamlık, farklı coğrafyalarda ortaya çıkmışsa da Lévi-Strauss bu işin hiç kimse tarafından zevkle yapıldığının kanıtının bulunmadığını, bilakis yemeye çok kez tiksinme ve kusmanın eşlik ettiğini yazar. Yamyamlık, farklı motivasyonlar içerebilir: Büyü ya da ruhanî bir tecrübe biçiminde dinî, şifa amaçlı bir teşebbüs olarak sağlığa ilişkin ya da doğrudan aç kalmakla ilgili olarak ölü bedenden protein temini gibi amaçlar ihtiva edebilir. Modern dünya tarafından var olduğunun 1930’larda farkına varılan Yeni Gine’de karşılaşılan kuru hastalığının, yamyamlığın engellenmesinden sonra yok olduğundan ve hastalığın muhtemelen hastalıktan ölen kişinin beynindeki bir parçayı yemek suretiyle bulaştığından söz ederken yamyamlığın uygar dünyanın anladığı gibi bir vahşilikten ileri gelmeyebileceğini söyler: “Bir organizmaya başkasının et veya kemiğinden birazının ağız ya da kan yoluyla, yutturularak ya da zerk edilerek aktarılması arasında nasıl bir özsel fark vardır?” diye sorar. Esas itibariyle farklı amaç ve biçimlerle yapılsalar da hepsi, bir insanın bedeninden alınan bir parçanın başka bir insanın bedenine bile isteye sokulmasıdır.
Lévi-Strauss yamyamlık özelinden kültürel durumun biçimsel farklılıklara rağmen özsel aynılıklarını tam olarak belirli bir biçimde tanımlamanın olanaksızlığından söz eder. Aynı toplumsallık içinde farklı kurumsal yapılarda ortaya çıkan bir olgunun esas işlevinden söz etmek mümkünse de bu söz etme sadece duruma dair bir bakış açısının taşıyıcısı olacaktır. Bunun bir anlamını din kurumu içerisinde karşılaşılan şiddet olgusu üzerinden değerlendirirsek, modern dünyanın İslâm ile özdeşleştirme eğilimi içinde olduğu terörün durumu, belirli bir merkezden yapılan yorumdan fazla ne ifade edebilir? Tıpkı yamyamlığı ilkelliğin vahşeti olarak tanımlamak gibi savaş da İslâm’ın ifade biçimi olarak görüldüğünde, Avrupa’dan bir bakış açısı yamyamlığı kendinde reddettiği gibi şiddeti de kendinde reddetme eğilimi içerisinde demektir. Oysa Lévi-Strauss’un yaklaşımıyla bakıldığında Avrupa’yı şiddetten azâde görmek ve hatta bizzat terör olgusunun orada ortaya çıkmış bir eylem biçimi ve kavram olduğuna
ilişkin bir entelektüel körlüğe düşmek söz konusudur: Yamyamlığın nesnel varlığından söz edilemeyeceğini ancak onu yasaklayan toplumlar tarafından gözlemlenen bir duruma işaret ettiğini söylemesi üzerinden dile getirilirse uygar olmayan şey, modernleşmenin kendi değerlerinin yarattığı bir merkez-taşra ikiliğinde taşranın payına düşen bir etikettir sadece. Bu etiketlemede merkezde olanın rolü, hayvanları yemek konusunda bir vejetaryenin veya domuz eti hassasiyeti içerisindeki
bir Müslüman veya Yahudi’nin diğerlerine bakışını ürettiği rolden hiçbir şekilde farklı değildir.
Uygar dünya, tarihsel ve coğrafî yoğunlaşma biçiminde modernlikle bütünleştiği ölçüde ötekini, ilkel dediğini kendinden uzakta ve yabancı olarak nitelemektedir. Böylece belirlediği değerler etrafında kendini sürekli tanımlayarak kimliğine sarılmakta hem de bu değerlere yabancı olanlar üzerinden bütünleştirici bir olumlamaya başvurmaktadır. Bunu yaparken her topluluk, grup ya da kültürel oluşum gibi Avrupalı da kendi öncelediği değerleri merkeze alarak bir yapı kurguluyor ve sonra ötekileri buna göre konumlandırıyor. Bu göreceliliği ileri götüren bir bakış açısı olarak görülebilir. Ancak Avusturalya yerlilerinin bereket için yaptıkları âyin ile modern ilaçlama sistemlerinin, amaçladıkları sonuç itibariyle aynı anlama yöneldikleri gerçeği eylemleri özde aynı kılıyor. Anlamanın anahtarı sadece bu amaçların bilinmesinde. Amaçların bilinmesiyse tanımaktan geçiyor. Hepimiz Yamyamız’da kuantum mekaniğinin sonsuz küçüklükler ölçeğinde bir parçacığın hem bir yerde, hem her yerde olabileceği, hem de hiçbir yerde olamayacağı tespitini aktararak yamyamlık yanı sıra kadın sünneti, bedenin delinerek süslenmesi gibi olguların gözlemleyenle ilişkisinin kurulması, göreliliği basite alamayacağımız uyarısını da taşır. Montaigne’in, “herkes alışık olmadığı şeye barbarlık der” sözünü hatırlatan Lévi-Strauss bu yönden tüm çalışmalarında mücerret benliklere, öznel kimliklere, bizliklere yönelik şunu hatırlatır demek mümün: Tanınmak istendiği zaman öteki; sanıldığı kadar uzak, sanıldığı kadar yabancı olmayacaktır; o bir konumdur sadece.