| ISBN13 978-605-316-025-0 | 13x19,5 cm, 200 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Önsöz, s. 15-16 Bu araştırmada insan, hastalık ve sağlık hizmeti arasındaki tarihsel etkileşimler, toplumlar ve inançları bağlamında ele alınıyor. Kitabı kısa tutmak istemem beni daha çok Batı tıbbına odaklanmaya zorladı, zira Batı tıbbı küreselleşen tek tıp geleneği olması dolayısıyla benzersizdir. Hikâyemi süreklilikten ziyade değişimlere ağırlık vererek mümkün olduğunca ayrıntılı anlatmaya çalıştım: hastalık (1. Bölüm); çeşitli biçimlerde ortaya çıkan şifacılar (2. Bölüm); beden incelemeleri (3. Bölüm); önce laboratuvarlarda uygulanan modern biyomedikal bilimler ve sonrasında şekillenen biyomedikal hastalık modeli (4. Bölüm); özellikle bilim çağındaki tedavi bilimleri (5. Bölüm); cerrahi (6. Bölüm) ve en önemli tıp kurumu olan hastane (7. Bölüm). Sonraki bölümde (8. Bölüm) modern tıbbın sosyopolitik yönleri ve içerimleri ele alınıyor. İşin kişisel yönüne, yani insanların hastalıkları nasıl yaşadıklarına ve hastalıkların hayatlarını nasıl etkilediğine ise pek girilmiyor. Ne ki hastaların hasta olma veya yaşadıkları mahrumiyet duygusu, ölüm tehdidi karşısındaki tepkileri kitap boyunca sürekli kendini hissettiriyor. Hastalık korkusu, hasta olma ihtimalinin neden olduğu ve bizatihi hastalık kaynaklı korkular, akut şikâyetlerin ve uzun süreli rahatsızlıkların neden olduğu ağrılar ve ölüm korkusu en evrensel ve en korkunç deneyimlerimizdendir. İnsanlığın keder ve ölümle gerek bireysel gerekse kolektif olarak zihnen ve kalben başa çıkabilmek için din ve felsefeyi yarattığı söylenebilir. Toplumlar sayısız yollarla, çeşitli toplum kuralları ve pratikleriyle hastalığa gem vurmaya, ortaya çıktığında da onunla yine aynı yollarla savaşmaya, onu yönetmeye ve rasyonalize etmeye çalışmıştır. O iç gıcıklayıcı “Neden ben?” sorusuna cevap aranırken hastalıklar çoğunlukla kişiselleştirilmiş, takdiri ilahi olarak görülmüş veya onlara ahlaki anlamlar yüklenmiştir. Böylece “kötü” hastalıklar –örneğin İncil’de geçen bulaşıcı hastalıklardan cüzam ve belsoğukluğu (bunların ikisi de damgalanmış hastalıktı, “cüzamlı ahlak” ifadesinde görüldüğü gibi)– ile “iyi” hastalıklar –sözgelimi çoğunlukla romantizmle bağdaştırılan tüberküloz ve zenginlik nişanesi kabul edilen gut hastalığı– ortaya çıkmıştı. Hastalık Tanrı’nın gazabı olarak da okunabilir (AIDS’le birlikte tekrar yüzeye çıkan arkaik bir fikir). Tıp antropologları, hastalıkta ve sağlıkta, bedenle ilgili inanışların toplumsal değer sistemlerinin, daha doğrusu “beden politikası” denen şeyin merkezini oluşturduğunu göstermişlerdir. Tıp tarihine odaklandığı için, hastalığın bu kişiye özgü farklılıkları ve bir şeylerin “somutlaşmış” haline büründürülmesi meselesi bu kitabın konusunu oluşturmuyor (bu konular için lütfen Kitap Önerileri bölümüne bakın). Hastalıkla ve doktorlarla ilgili endişeler ise kitapta her daim mevcut. Kişiyi zihinle bedenin bir sürekliliği olarak kabul edersek (ki öyle kabul etmeliyiz) ve hastalığı da kısmen psikosomatik bir mesele olarak ele alırsak, bu tür korkuları hastalık ve ondan kurtulma hikâyesinin yüzeysel bir unsuru değil, onun ayrılmaz bir parçası olarak görmemiz gerekir. Hastalığın ve tıbbın aşağıda anlatılan hikâyesi, hastaların ve ölmekte olan insanların ıstıraplarıyla doludur. |