Irmak Zileli, "Yazılan mı esas, okunan mı?", Sabitfikir, 12 Ocak 2016
Okurken Ne Görürüz?, iktidarı yazarın elinden alıyor. Dahası, merkeze okuru yerleştirip esas olanın yazılan değil, okunan olduğunu söylüyor.
Dünya büyük bir gürültü içinde dönüp duruyor. Algılarımızı dört açıp olan biteni kavramaya, düşmemeye çalışıyoruz. Maruz kaldığımız uyaranlar dünyayı kavramamız için bir tür malzeme olmakla birlikte, onları oldukları gibi bünyemize alamıyoruz. Bazı filtreler geliştirme ihtiyacı duyuyoruz. Bu filtreler gürültüyü çerçöpünden ayıklayarak anlamamıza yardımcı oluyor, hem de gürültüden zarar görmemizi engelliyor.
Öte yandan yeryüzünün pek de okunaklı bir yer olmadığını biliyoruz. Buna rağmen edebiyatın onu okunaklı kılmak gibi bir işlevi ve görevi var mı? Yazar bu kudrete sahip mi?
Yazarın, okuruna bilinç aktaran bir misyoner olduğunu söyleyenler pek kalmadıysa da, okurla arasında belli bir hiyerarşinin var olduğu fikri alttan alta hissedilir. Bir taraf verici; öteki alıcıdır. Yazarın farkındalığı okura göre “bir tık” fazladır. En azından yazdığı hikaye bağlamında okurdan daha çok şey “bildiği” varsayılır. Gelin görün ki, Peter Mendelsund imzalı Okurken Ne Görürüz? isimli kitap, böylesi bir iktidarı yazarın elinden alıyor. Dahası, merkeze okuru yerleştirip esas olanın yazılan değil, okunan olduğunu söylüyor. “Yazar kışkırtır,” diyor Mendelsund. Okuru kendi okuma hikayesini hatırlamaya çağırıyor ve soruyor: Zihninizde nasıl bir Anna Karenina var? Onu tarif edebilir misiniz? Bende yer etmiş roman kahramanlarının hiçbirinin net bir suretinin belirmediğini fark ediyorum. Mesela benim Anna Karenina’m dalgalı saçlı güzel bir kadın. Ama onu “güzel” diye tanımlamış olmama rağmen yüz hatları belirmiyor gözümde. Öyleyse güzel olduğuna nasıl karar verdim?
Peki yazarın zihninde Anna Karenina’nın imgesi bendeki gibi flu mu? Yoksa Tolstoy’un Anna Karenina’sı bir fotoğraf kadar net mi? İçimden bir ses, hayır diyor. Ve Tolstoy’un kışkırtması sonucu bendeki Karenina imgesinin ikimizin ortak yaratımı olduğu duygusuna kapılıyorum. Romanı okuyan kişi sayısı kadar Karenina var olduğunu kabul etmek gerekiyor öyleyse. Metni inceleyerek, somut verileri alt alta koyalım ve Anna Karenina’nın “robot resmini” çıkardığımızı farz edelim, yine de saf bir biçimde yazarın hayalindeki imgeye ulaştığımızı iddia edebilir miyiz?
Yazarın ortadan kalkması
Mendelsund sıkı bir edebiyat okuru ama aynı zamanda kitaplara “farklı” bir gözle de bakabilen bir kitap tasarımcısı. powerHouse Books için bir seri halinde tasarladığı kitaplar arasında Stieg Larsson, Nabokov, Simone de Beauvoir, Foucault, Julio Cortázar, Joyce ve Kafka’nınkiler de bulunuyor...
Bunu metnin tüm unsurlarına taşıyabiliriz. Mekan, olaylar, fikirler… Yazar bize bazı ipuçları veriyor -o da kendi bilebildiği kadarıyla- sonra okur o iplerden yeni bir metin dokuyor. Bu durumda kurgu kime ait? Yazara mı, okura mı? Mendelsund, “Yazar bile her şeyi söylemez, boşlukları biz doldururuz,” diyor; “Anlatılar noksanlarla zenginleşir,” diye de ekliyor. Eksiltmeler, farklı zihinlerin hayalgücüne ve ordan doğan olasılıklara alan açıyor.
Okurun zihnindeki her imgeyi, fikri ve duyguyu kumanda etmeyi arzulayan yazarlara da kötü bir haber veriyor Mendelsund: “Yazarın bir karakteri ya da yeri betimlerken ne kadar ayrıntıya girdiği, okurun zihnindeki resimleri iyileştirmez (onları belirginleştirmez); ama yazarın sunduğu ayrıntının derecesi, okurun ne tür bir okuma tecrübesi yaşayabileceğini belirler. Başka bir deyişle, sıralanan niteliklerin edebiyatta retorik gücü olabilir ama birleşimsel gücü yoktur.”
Yazarın eskizlerini tamamlarken hikayeye katılmış oluruz. Böylece aslında yaratma eyleminin parçası haline geliriz. Bunu yapamadığımız hikayelerin dışında kalırız ve dışında kaldığımız bir metni sahiplenmeyiz de. Yazarın otoritesi okurun hayal gücünü sekteye uğrattığında, o metin, yazarın hayal dünyasıyla sınırlı kalır; buradan da pek bir çeşitlilik ve zenginlik beklememek gerekir. Mendelsund, bu birlikte yaratma eylemini Roland Barthes’ın “yazarın ortadan kaldırılması” kavramıyla destekliyor ve ondan bir alıntı yapıyor; “Bir metne bir Yazar vermek o metne bir sınır dayatmaktır, ona nihai bir imlenen vermektir, yazma işini bitirmektir.”
İmkansızlık mı, olanak mı?
Mendelsund’ın kitabını okuduğum günlerde Osman Çakmakçı’nın Konuşmanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Diyalog isimli kitabına da rastgeldim. Bir diyalog halinde akan bu felsefi metinde Çakmakçı, konuşmanın imkansızlığı düşüncesini şu şekilde gerekçelendiriyor: “Bunun nedeni de sözcüklerin her birinin o sözcükleri kullananların deneyimlerini yüklenmeleri ve o deneyimlerin anısını taşıdıkları için de hiçbir zaman aynı sözcüklerle konuşamayışımız.”
Fakat bende bir soru uyanıyor; “aynı sözcüklerle konuşamayışımız” bir imkansızlık mı doğurur, yoksa yeni bir imkanın kapısını mı aralar? Yazar ile okurun arasında metin aracılığıyla gerçekleşen eylemin de bir diyalog olduğunu düşünürsek, yazarın sözcüklerinin okurdaki karşılığının “aynı” olması mı bir olanaktır, yoksa farklı olması mı? Eğer yazarın “söylemek istediği”yle yetineceksek ve bu bizim için başat ise, yazarın iletisinin okur tarafından olduğu gibi ve eksiksiz algılanmasını arzularız. Ama eğer yazarın sözcüklerinin yeni imgelemleri, fikirleri ve hisleri kışkırtmasını önemsiyorsak, sözcüklerin yüklendiği farklı deneyimleri zenginlik olarak görürüz.
Bunu “nehir” sözcüğünü örnek alarak şu şekilde anlatıyor Mendelsund: “‘Nehir’ kelimesi bütün nehirleri içerir; hepsi nehir kolları gibi onu besler. Ve bu kelime sadece bütün nehirleri değil, daha da önemlisi benim bütün nehirlerimi içerir: gördüğüm, içinde yüzdüğüm, balık tuttuğum, sesini duyduğum, hakkında bir şeyler duyduğum, doğrudan hissettiğim veya muğlak, dolaylı ya da başka bir şekilde etkilendiğim her nehre dair her erişilebilir deneyimi.”
Bir kişiye ait deneyimin sınırları bile alabildiğine geniş. Okurun “nehir” deneyimleri yazarın nehrine sayısız yeni kol ekliyor. Zaten Mendelsund da, “Yazarlar deneyim küratörleridir,” diyor. Öyleyse yazar ile okurun deneyimlerinden yaratılmış bir kitaptır ortaya çıkan. Baştaki soruya dönersek, bu ortak deneyime imkan sağlayan bir edebiyatın dünyanın okunaksızlığını azalttığını söylemek mümkün. Ve böyle bir girişimin tek başına kendisi de gürültüye yeni bir katkıdır; başkalarınca okunaklı hale getirilmeye muhtaçtır. Çünkü her yanıt, kendine yönelik yeni bir soruya davetiye çıkarır. Edebiyat da zaten tam bu yüzden kışkırtır.