Gülenay Börekçi, "Anna Karenina’nın bıyıkları", Habertürk, 19 Aralık 2015
Anna Karenina’yla ilk karşılaşmamın dikkat çekici bir yanı yoktu. Romandan değil, karakterden bahsediyorum. Anna ne çok baştan çıkarıcı bir kadındı, ne de öyle aman aman güzeldi. Tombuldu mesela, ayva tüyü bıyıkları vardı ve yazar bunları bize peşinen bildiriyordu. Öte yandan görünüşüne dair her şeyi bildiğimi iddia edemem. En basiti dört ciltlik romanın hiçbir yerinde burnunun neye benzediği söylenmiyordu. Gerçi kimin umurunda! Sorsalar, Anna’nın çok güzel ve cazibeli bir kadın olduğunu söylerdim. Bugün sorsanız, cevabım aynı olur. ‘Neden?’ diye sorabilirsiniz. Bence Anna’yı büyüleyici kılan tek tek sıradan denebilecek parçaları değil, yaratıcısı Tolstoy’un ona biçtiği kaderdi. Başka bir deyişle tutkuları, sıradanlıkları, arzuları, hayal kırıklıkları, seçimleri, verdiği tepkiler, sorduğu-sormadığı sorular, yaptığıyapmadığı şeyler, romandaki öteki karakterlerin onunla örtüşen veya çelişen eylemleri ve elbette hepsini çerçeveleyen o trajik final...
‘Bütün kitap karakterleri aslında sensin!’
O yüzden sinema ve televizyonlardaki Anna Karenina uyarlamalarında seyrettiğim Anna’ların hiçbiri bana Anna gibi gelmedi. Greta Garbo fazla asil, Keira Knightley fazla kusursuzdu. Tolstoy’un yarattığı o müthiş gerçeklik duygusu istisnasız bütün filmlerde toz olup havaya karıştı. Ve ben, her seferinde kendi hayatımın filmini geri sardım, Anna Karenina’yı ilk okumaya başladığım güne döndüm. Bunları, ünlü kitap kapağı tasarımcısı Peter Mendelsund’un Metis Yayınları’ndan çıkan ve resmen âşık olduğum kitabı Okurken Ne Görürüz vesilesiyle yazıyorum. Mendelsund okurun da farkında olmadan yazar gibi yaratıcı bir eylem içine girdiğini söylüyor ve bir bakıma, “Ne okuyorsan o aslında sensin” diyor hatta bir adım ileri gidip, “Bütün kitap karakterleri aslında sensin” demeye getiriyor. Sorduğu sorular üç aşağı beş yukarı şöyle: Bir edebiyat yapıtını okurken zihnimizde neler canlanır? Tolstoy’un hayal ettiği Anna Karenina ile okurun hayal ettiği Anna Karenina örtüşür mü, yoksa o romandan her birimiz tamamen kendimize ait imgeler mi yaratırız? Büyük romanlardaki karakterler neden aslında birer şifredir ve yazarlar onları niçin olabildiğince müphem resmeder. Boşlukları nasıl ve neyle tamamlarız? Diyelim ki romanın 20’nci sayfasında karakterin uzun saçlı olduğunu öğrendik ama gözlerinin yeşil olduğunu yazar bize 80’inci sayfada söyledi.
O süreçte tam olarak ne oldu, hayalimizde canlandırdığımız karakter 80’inci sayfaya geldiğimizde değişti mi? İlk sayfalarda gözleri başka renk miydi yahut daha beteri “gözsüz” müydü? Kitabı bir çırpıda özetlemem zor. Sırf bunlardan ibaret değil çünkü. Okumak ile zihinde canlandırmak arasındaki bıçak sırtı ilişkiyi son derece özgün bir dille, üstelik çizimler, fotoğraflar aracılığıyla, oyuncu bir üslupla anlatıyor ve okuma deneyiminin de en az okunan yapıtlar kadar ilgi çekici, üzerinde düşünmeye değer olduğunu gösteriyor. Bir röportajında “Nörobilimci ya da profesyonel felsefeci değilim, bu tarz entellektüel konularda kendimi epeyce yetersiz hissediyorum” diyor. “Ama iyi olduğum bir şey var: Hayatımın her anında aralıksız kitap okuyor ve okuduklarımı zihnimde görselleştirmeye çalışıyorum. Yani benim hayal gücümle ve yazarınki ortak işliyor. Tolstoy’un Anna’sını alın... Onu zihnimde canlandırmayı denediğimde, mutlaka tanıdığım birine, mesela bir yakınıma benziyor. Hatta bazen tanıdığım iki ayrı kişinin bir karışımı da olabiliyor. Karmaşık ve çok garip bir süreç... Yazarlar yazdıklarını editliyor, okurlarsa okuduklarını. Çünkü beyin iflah olmaz bir editör; kurguluyor, var olan şeyleri çıkarıp yerlerine bambaşka şeyler ekliyor... Ve yazarla okur asla aynı şeyleri göremiyor.” En, tutkulu okurların sevdikleri romanların filmlerini seyrederken hep hayal kırıklığına uğramaları işte bu yüzden. Yazar bize pek az veri sunduğu için ben kendi Anna’mı hayal ediyorum, yönetmen kendi Anna’sını...Hem yazarın verdiği ipucu larına birebir uyulsa gene bir şey değişmeyecek hatta belki hayal kırıklığımız daha da büyüyecek. Mesela burada beyazperdenin son Anna Karenina’sı Keira Knightley’nin bıyıklı bir fotoğrafını hazırladım, şapşal bir komedi oldu. Mendelsund’un yaptığını yapmadım, ona şükredin. Kitabında Anna rolündeki Greta Garbo’yu burunsuz hale getirmiş. Doğrusu ben onun kadar zalim olamadım.
Ölü yazarlarla çalışmak daha mı kolay?
“Klasiklere kapak hazırlamayı daha zevkli bulurum, zira ortaya çıkan işi beğenmesi, onaylaması gereken kişilerin sayısı bu durumda bir eksik olur. Demek istediğim, yazar artık hayatta olmadığı için onun onayını almam gerekmez. Bu bana büyük bir özgürlük verir. Karşımda tasarımıma laf edecek kimse yoktur, engelsiz yolda heyecan içinde ve eğlenerek ilerleyebilirim. Yaşayan yazarlarla çalışmak hakikaten büyük külfet. Onları anlıyorum, bir kitap üzerinde yıllarca, çoğu zaman da büyük bir yalnızlığı göze alarak çalışıyorlar. Ve sonra yazdıkları metni bana getiriyorlar. İşte bu, çok kritik bir nokta... Hele yazarların ne kadar hassas insanlar olduğunu hesaba katarsanız. O kadar ki her iki taraf da tahmin edemeyeceğiniz kadar gerginleşebiliyor.”
Elektronik kitapların yükselişi üzerine
“Her geçen gün daha çok insanın basılı kitapları özlemeye başladığını öğreniyor ve açıkçası epeyce duygusallaşıyorum. Geçenlerde bir üniversitede konuşma yaparken gençlere okurken hangi formatı kullandıklarını sordum. Cevaplar beni büyüledi, çünkü herkes her formatı kullanıyordu. Daha da büyüleyici olan şey, bu çocukların söz konusu formatların avantajlarıyla dezavantajlarının farkında olmasıydı. ‘Eğer seyahatteysem, elektronik okuma cihazım mutlaka yanımda oluyor” dedi biri. Bir başkası, “Araştırma yapıyorsam ve ha bire kaynaklara bakmam, verileri birleştirmem gerekiyorsa, ben de elektronik kitap okumayı tercih ediyorum’ diye ekledi. Fakat sevdikleri birine hediye edecekleri kitap kayıtsız şartsız basılı olmalıydı. Ayrıca bazı romanları hep kitaplıklarında bulundurmak, canları istediğinde onlara dokunabilmek istiyorlardı. Elektronik ortamın basılı ortama galip gelemeyeceğini o gün anladım. İtiraf edeyim hayatımın en mutlu günlerinden biriydi.”
Tasarım sürecine dair sırlar
1000’e yakın kitap kapağının yaratıcısı Peter Mendelsund grafik eğitimi almamış. Zaten bir zamanlar konser piyanistiymiş ve kendi deyişiyle tasarımı romanlardan, edebiyattan öğrenmiş. Çok okuyarak, hep okuyarak... “Çalıştığım saatlerde ofisime gelirseniz, değişmez bir manzara karşılar sizi: Ayaklarını masaya dikmiş kitap okuyan adamım ben. Sabahın erken saatlerinden gecenin geç vakitlerine kadar aralıksız okuyorum” diyor. Mendelsund’a göre kitap kapağının iki temel işlevi var: Birincisi, okura bir metni takdim etmek, ikincisi de o metni okura satmak, yani içinde onun çok ilgisini çekecek ve kitabı almasını gerektirecek bir şeyler olduğunu ima etmek. “Ben kapağı romanın görselleştirilmiş hali olarak kabul ediyorum” diyor. “Okuma deneyiminden kalan bir armağan gibi. Okumak gerçekte var olmayan bir diyara gitmektir. Başka bir ülkeden dönerken, size orayı hatırlatacak hediyelik eşyalar alırsınız ya, okuduğunuz kitaptan size kalan somut hatıra da kapaktır. Kitap biter ama o hep sizinle kalır.” Tasarım sürecini ise şöyle anlatıyor: “Çok fazla deneme-yanılma içeren bir süreç bu. Genellikle okurken hissettiklerime uygun kapaklar yapmaya çalışıyorum. Zaten başkalarının da en çok beğendiği işlerim bunlar oluyor. Bana gelen her kitabı, satır satır çizerek, notlar alarak ve içinde metnin tamamını yansıtacak simgesel unsurlar arayarak okuyorum. Tasarıma ve çizime başlamadan önce de bu notlara göz atıyorum. Seçtiğim yöntem değişebiliyor: Arşivlerde fotoğraf arayıp seçtiklerimle kolajlar yapıyorum, bilgisayarın başına geçip her şeyi kendim çiziyorum ya da sadece tipografiyle oynuyorum. Bazen “Tamam, işte bu” diyorum. Ama işim bitmiş olmuyor, neticede elimdeki sadece bir taslak. Onunla daha çok oynayacak, üzerinde çok çalışacağım. Üstelik içime sinmezse, her şeyi çöpe de atabilirim. Fakat biliyor musunuz, o çöpe attıklarım da işimin bir parçası. Onlarla meşgul olurken kitaba dair yeni şeyler keşfediyorum çünkü. Her neyse, bu uzun yolun sonuna geldiğimi, sonunda kapağı tamamladığımı varsayalım. Bu kez onun gerçek ölçülerde bir çıktısını alıp kitabı onunla kaplıyor, ardından rafa koyuyorum. Ve onu orada unutuyorum. Gerçekten! Unutabilmek için elimden gelen her şeyi yapıyorum. İşin aslı, ürettiğiniz şeyi doğru değerlendirmenin tek yolu ondan biraz uzaklaşmaktır. Bir şeye objektif bakabilmek için mesafe şarttır.”