Semih Gümüş, "Okumak denen hikâye", Radikal Kitap, 11 Aralık 2015
Yaratıcı yazar, yazdığı kurmaca metne verdiği anlamların okurlarca da anlaşılmasını bekler. Bazen doğrudan söylemediği ama yazınsal dilin çok-anlam üreten doğasınca üretilmiş anlamların bulunması, onu mutlu eder.
Peter Mendelsund, Okurken Ne Görürüz? kitabında, “okumak denen hikâye”nin bütün açılardan nasıl göründüğünü, daha doğrusu nasıl görünebileceğini çözümlüyor. Okuma ediminin yaratıcılığına ve bunun hiçbir zaman eskimeyen hikâyesine bu denli değer veren bir yazar tanımak da benim için mutluluk.
Mendelsund, yaratıcı yazarlık atölyesinde yıllardır adını en çok andığım roman kahramanıyla başlıyor kitabına: Anna Karenina. Sonra soruyor: Romanı okumuş olanlardan, Anna’yı tarif etmelerini isteseydik nasıl anlatırlardı?
Benim yanıtım belli: Anna çok güzel bir kadındı. En çok söylenecek söz de bu olurdu.
Gerçekten o kadar emin miyiz?
Anna Karenina romanının tutkunları, Anna’yı yakınlarım kadar iyi tanıyorum ve çevremdeki en çarpıcı kişilik o, derse, buna karşı çıkabilir misiniz? Sanmam, ben de aynısını diyorum.
Okurken Ne Görürüz? kitabını bu arada bakarak okuyoruz. Baştan sona çizimler ve fotoğraflarla örülmüş. Düşünebiliyor musunuz, Mendelsund’un kitabında, Anna Karenina’nın, Tolstoy’un betimlemelerine dayanarak ve polislerin kullandığı robot-resim yazılımından yararlanarak çizilmiş bir portresi de var. Oysa Anna Karenina’ya kafayı takmış bir okur-yazar olarak bunu ben de akıl edebilirdim. Çünkü öteden beri kişilerin yalnızca sözcüklerle yaratılmasını bir mucize olarak gördüğümü anlatıyor, yazıyorum.
Karakterler nasıl canlanır
Okuduğumuz romanlarda karakterler en çok davranışlarına ve konuşmalarına dayanarak ortaya çıkarılır. En akılcı ve kolaylaştırıcı yöntemdir bu. Dış görünüş, gerçek hayatta da, romanda da bir kişinin kişilik özelliklerini ancak çok sınırlı verir bize. Oysa davranışlar ve konuşmalar, kişileri ortaya çıkarmak için asıl dayanaklardır. O da bir yere kadar. Kişiliklerin asıl büyük bölümü iç dünyalarda saklıdır çünkü. Gerçek hayatta da, kurmaca metinlerde de.
Mendelsund, imgelerin görünüşlerini anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Gerçek hayatta iyi tanıdığımız kişilerin imgesi gözümüzün önüne hemen gelebilir, görünüşlerini anlatabiliriz. Oysa çok iyi tanıdığımız yazınsal bir karakteri gözümüzün önünde canlandırmaya kalkıştığımızda, onun düşündüğümüz belirginliği kazanamadığı görülür ve Mendelsund’un deyişiyle, “siz daha yakından bakmaya çalıştıkça o daha uzağa kaçar.”
Niçin? Gerçek hayatın somutluğu yanında, bir kurmaca karakter sözcüklerin soyut anlamlarıyla yaratıldığı için.
Faulkner’ın Ses ve Öfke romanının zihinsel özürlü karakteri Benjy Compson’u örnek veriyor Mendelsund. Okuduklarımızdan neler gördüğümüzü sorguluyor gene ve “Birinden en sevdiği kitaptaki kilit bir karakterin fiziksel görünümünü betimlemesini istediğimde, çoğu zaman bana bu karakterin nasıl hareket ettiğini anlatır” diyor. Bir okuru da Benjy’yi “hantal hantal yürüyen sarsak biri” olarak anlatmış. “Ama nasıl görünüyor?”
Dahası, yazınsal karakterlerin fiziksel özelliklerini düşündüğümüzde, kadın karakterlerin daha belirgin, erkek karakterlerin daha belirsiz olduğu da söylenebilir mi? Hayal gücümüz kadınları daha ayrıntılı biçimde ortaya çıkarırken erkekler için aynı biçimde işlemiyor. Kadın ya da erkek oluşumuz da okuma sırasında farklı sonuçlar vermiyor. Bana gerçek hayata ilgili bir ışık tuttu bu: Yaşadığımız hayatın kadın karakterleri daha güçlüyken erkekler daha zayıf mı acaba?
Sevdiğimiz romanların film uyarlamalarının bu yüzden tehlikeli olduğunu da unutmayalım. Moby Dick’in Kaptan Ahab’ı da pek çok filmde canlandırıldı. Asıl olan roman karakteri olarak Ahab ise, sizin gözünüzde canlanan imgesi Gregory Peck’e mi benzer? İşte bu, romanı öldürebilir. Sizin yaratıcı okuma biçiminiz zihninizde bambaşka bir karakter canlandırırken bir dış etken romanın iç dünyasını bozmaya başlamıştır.
Sözcükler yaratıcı yazarın hazinesidir
Mendelsund, “Gözlerim kapalıyken görülenden (gözkapaklarımdan sızan ışıklar) hayal edilene (mesela Anna Karenina’nın imgesi) geçmek için küçük bir adım yeterlidir” diyor.
Yaşadıklarımızı görmek için gözlerimizi açmak gerekir. Okuduklarımızı görmek içinse kapamak. Tam anlamıyla canlandırmak istiyorsanız gözlerinizi kapayıp düşünün derim. Yazıyorsanız sımsıkı kapayın. Böylece okuduklarınızı ya da yazdıklarınızı zihninizde bütün ayrıntılarıyla canlandırabilirsiniz.
Sözcükler yaratıcı yazarın hazinesidir. Bütün anlamlar onlardadır çünkü. Hep söylediğimiz: “Kelimenin bağlamı önemlidir. Bir kelimenin anlamı, çevresindeki kelimelere bağlıdır.” Mendelsund sözcükleri notalara benzetiyor. Bir notaya bir nota eklendiğinde ilkiyle birlikte düşünülebilecek bir bağlam çıkar ortaya, bir akor oluşur. Üçüncü bir nota eklendiğinde, anlam yoğunlaşmaya başlar.
Yazınsal bir metin de böyle oluşur ve okunur. Bu arada okuduğumuz cümlelerin taşıdığı anlamların metnin devamında başka hangi anlamlarla çoğalacağını, hikâyenin nasıl süreceğini de düşünürüz. Karakterimiz bir yere gidiyorsa orada neyle karşılaşacağını hayal ederiz. Çünkü oraya kadar okuduklarımız bize sonrasını da zihnimizde canlandırma olanağı verir.
Oliver Sacks da, “İnsan gözleriyle görmez, zihniyle görür” diyor. Okurken algılarımız gözlerimizden değil, zihnimizden geçerek hücrelerimize sızar. Göz olanı alır, sonra zihnimizde renklerine kırılır, hayal ettiklerimizle birbirine karışır ve gördüklerimizin bir imgesini yaratırız. Gözlerimizle gördüklerimiz yazarın yazdığıysa, zihnimizle gördüklerimiz kendi okumalarımız içinde verilenden ayrı bir imgelem yaratır. Bütün nitelikli yazınsal metinler aynı sonucu verir. Yazarın verdiği anlamlar başlangıçta okur için yalnızca birer veridir.
Okurken Ne Görürüz? yaratıcı okumanın çok çeşitli düzeylerini önümüze seriyor. Onları önce reçete olarak kullanıp sonra içselleştirmek gerekiyor. Mendelsund’un şu sözlerinden sonra siz kitabı okumayı sürdürebilirsiniz: “Okumak, okunanın içinden bakmaktır, ötesine bakmak... ama aynı zamanda miyop gözlerle, umutla ileriye bakmaktır...”
Okuma hızımız hayal gücümüzün canlılığını etkiler mi?
Hızlı okurken kelimeleri ve deyimleri çabucak yutarız, ama bazı metinlerin tadını çıkarmayı, onları dilimizin üzerinde yuvarlamayı seçeriz.
(Okuma hızımız hayal gücümüzün canlılığını etkiler mi?)
***
Normalde arabayla geçtiğiniz bir yolun kenarından yürüdünüz mü hiç? Hızla giderken göremediğiniz detaylar birden beliriverir. Bir yolun aslında iki farklı yol olduğunu öğrenirsiniz -biri yayalar, diğeri arabalı yolcular için. Bu yolların birbiriyle incecik, kartografik bir bağı vardır sadece. İkisine dair deneyimler tamamen farklıdır.
Şayet kitaplar yol olsaydı, bazıları arabayla üzerlerinden hızla geçmek için yapılmış olurdu: Detaylar az, var olan detaylar da sıkıcı ve tekdüze, ama anlatının hızı ve momenti coşku verici. Bazı kitaplarsa -yol olarak görüldüklerinde- yürümek için yapılmış olurdu; yani yolun yörüngesi, sunabileceği manzaralardan çok daha az önem arz ederdi. Bana göre en iyi kitap: Yol boyunca arabamı hızla sürüyorum ama kendimi ara sıra durmak, arabayı kenara çekip manzaraya hayran hayran bakmak zorunda hissediyorum. Bunlar tekrar okunması gereken kitaplardır. (İlk seferinde mümkün olduğunca süratle geçerim ve daha sonra -kaçırdıklarımı yakalamak için- acelesiz bir yürüyüşün tadını çıkarırım.)
–– Kitaptan