Yasemin Çongar, "Sizin Anna Karenina’nız kime benziyor?", Kitap Zamanı, 9 Aralık 2015
Doksan yaşına basan John Berger, dönemi için devrimci nitelikteki gözlemleriyle birkaç kuşağın sanata ve kendine bakışını etkileyen o kitabı yazalı kırk üç yıl olmuş. Şu anda Görme Biçimleri elimin altında değil ama Berger’ın, metnin daha başında, görmenin kelimelerden evvel gelmesinden yola çıkarak, imgelerin edebiyattan daha keskin, daha zengin olduğunu savunduğunu çok iyi hatırlıyorum.
Hatırlıyorum, çünkü imgelerin kelimeleri aşan kudretine hiçbir zaman büsbütün kâni olmadım ben. Berger’a en fazla hak verdiğim zamanlarda, mesela kızım ufacık bir bebekken ve kelimeler onun için hemen hiçbir şey, görmek ise hemen her şeyken bile müzmin bir “acaba” içimde kımıldadı durdu. Hayatımızın başlangıcında gördüklerimizin hafızamızda yer etmemesinde onları kelimeler eşliğinde görmeyişimizin payı olduğunu düşündüm hep.
Sadece ifade etmeyi değil, anlamayı ve anlamlandırmayı da daha ziyade kelimelerle becerebilen, bir şeyin adını koymakla onu aslında sınırlarken aynı esnada dildeki sonsuz çağrışımların rüzgârına bırakarak özgürleştirdiğini de hissedenler meramımı bilecektir. İnsanın, karşısındaki denizin her an değişen rengini ancak o rengi zihninde “şimdi gümüşî, şimdi çocukluğumun Caddebostan’ındaki gibi camkırığı, şimdi yosun yeşili’” diye kelimeler marifetiyle dillendirerek algılayabilmesidir bu. Don DeLillo’nun “bazı konularda ne düşündüğümü oturup onlar hakkında yazıncaya kadar bilmiyorum” diye özetlediği haldir.
Peter Mendelsund’un kitabı belki biraz da bu yüzden kendimle epey tartıştırdı beni, okuma ve görme alışkanlıklarımı yazarın kışkırtıcı sorularıyla test ettim; Tolstoy’un, Dickens’ın, Melville’in kelimeleriyle ilk kez karşılaştığım günlerdeki toy halimi karşıma alıp konuşmayı denedim; romanlardan zihnimde kalan imgelerin yazarın kelimeleriyle mi yoksa kendi adı konmamış hayallerimle mi oluştuğu üzerine kâh şöyle karar verdim kâh böyle.
‘Görsel bir insanım... herkes kadar körüm’
Mendelsund işinin zirvesinde bir kitap tasarımcısı; Stieg Larsson’dan Tom McCarthy’ye nice yazarın kitaplarının Amerikan yayın piyasasında dikkat çeken kapaklarında imzası var. “Görsellikten” geçiniyor yani; Fred Schepisi’nin o sevimli filmindeki münazaracı liselilerden biri olsaydı, kelimelere karşı resimlerin gücünü savunan tarafta yer alacağını varsayabiliriz. Tabii, tarafların birbirine galip gelebildiği bir rekabet değil bu. Mendelsund da Okurken Ne Görürüz?’ün sonlarında kendi safını belirlerken, görme yetisinin ne denli içsel bir şey olduğunu hatırlatarak bu saflaşmanın imkânsızlığını ima ediyor: “Ben görsel bir insanım... Kitap tasarımcısıyım ve ekmeğimi kazanmam sadece genel olarak görüş keskinliğime değil, aynı zamanda metinlerdeki görsel ipuçlarını ve hatırlatmaları yakalamama bağlı. Ama iş karakterleri, nergisleri, deniz fenerlerini veya sisi hayal etmeye geldiğinde herkes kadar körüm.”
Bu son cümleye, nergisler Words-worth’ün aynı adlı şiirinden, deniz fenerleri Woolf’un romanından, sis ise Dickens’ın Kasvetli Evi’nden misafir. Mendelsund, bunlardan ve Moby Dick, Huckleberry Finn, Ulysses gibi okurların bilme ihtimali en yüksek olan metinlerden yola çıkarak edebiyatın unutulmaz karakter ve mekânlarının bizdeki karşılıklarını sorguluyor: “Okurken ne görürüz?.. Zihnimizde ne canlandırırız?” Bu merakla işe koyulmuş ve hemen her sayfada çizimlere, fotoğraflara yer vererek, daha ziyade sorularla, çeşitli, bazen de çelişkili cevaplarla ilerleyen helezonî bir kitap yazmış. Döne döne okuyorsunuz.
Bu sarmalda, Mendelsund’la bir buluşup bir ayrı düşüyorsunuz sanki, romanlardan onda kalanla sizde kalan her zaman örtüşmüyor. Bir kitap bütün okurlarına aynı kelimelerle ulaşsa bile, o kelimelerin her okurun kendi hayatı ve hayalleriyle çarpışarak yarattığı bin bir farklı âlem var. Sahi, “Sizin Ishmael’inizin saçı ne renk? Kıvırcık mı düz mü?” veya Emma Bovary’nin göz renginin mavi, kahverengi, simsiyah diye değişip durmasının bir önemi var mı? “Varmış gibi görünmüyor” diyor Mendelsund; yok mu gerçekten? Moby Dick’i üç kez okuduğu halde, Melville’in Ishmael’in dış görünümünü betimleyip betimlemediğini hatırlamıyor. Siz hatırlıyor musunuz? Peki ya, sizin Anna Karenina’nız kalın kirpikli, biraz kilolu, dudaklarının üzerinde ayva tüyü bıyıkları olan, yani tam da Tolstoy’un anlattığı gibi bir kadın mı gerçekten?
Muğlaklığın, ketumluğun, eksikliğin kıymeti
Mendelsund’un kitapta sunduğu en çarpıcı resim, “Tolstoy’un betimlemelerine dayanılarak ve polislerin kullandığı robot-resim yazılımından yararlanılarak çizilmiş” Anna Karenina eşkâli. Söylemeye gerek yok, benim Anna’ma hiç benzemiyor. İki yüz sayfa kadar sonra bir ok çizip “İşte Anna’nız. (Bu resim bir tür soygundur)” diyor Mendelsund. Okun işaret ettiği yerde, Anna Karenina filmindeki şapkası, kürkü ve küpeleriyle Keira Knightley bakıyor bize. Evet, soygun, ama bence o robot-resimden daha büyük bir soygun değil!
“İçeriklerini hayal ettiğimizde kitapların bize sunduğu değişkenliği ve tahmin edilmezliği arzularız. Bazı şeylerin bize gösterilmesini istemeyiz.” Ne kadar doğru. Mendelsund’un kitaptaki küçük oyunlarına katılmayı sevdim ben; onunla en çok hemfikir olduğum yerlerden biri ise eksikliğin kıymetine dikkat çektiği bölümdü: “Hayal gücümüze davetiye çıkaran tam da metnin açıklığa kavuşturmadığı şeylerdir... Hayal gücümüzün en çok çalıştığı ya da en canlı hissettiğimiz kısımlar yazarın en muğlak veya en ketum olduğu yerler mi?” Cevabı, “anlatılar noksanlarla zenginleşir” diye veriyor.
Okurla yazarın gizli ortaklığına, “metafizik birleşmesine” övgü bu. Kitabın sonunda, “edebiyatın tahayyüllerinin gerçekliğin kendisinden daha gerçek olduğu iddia edilebilir mi” diye sorarken de bu birleşmeden söz ediyor Mendelsund. Yazarlarla okurlar karşılıklı aynı işi yapıyorlar ona göre, anlamlandırmak için “indirgiyorlar” dünyayı.
Velhasıl, yazarlar kadar okurlar da çiziyor kelimelerin kaderini. Yazarın kelimeleri, eriştikleri her bir okurun kendi kişisel lügatindeki karşılıklarını bulmasa asla canlanamayacak imgelerden söz ediyoruz burada. Her okur, kendi hayat ve hayal bilgisiyle dönüştürüyor kelimeleri, onlardan bazen berrak, bazen bulutumsu imgeler yapıyor. Ben, mesela, birçok roman karakterini sadece onlara ait bir hissiyat halinde saklıyorum içimde, çehrelerini değil, duygularını tanıyorum. Yüzüne gölge düşmüş, vücut hatları silgiyle silinmişçesine belirsiz, sesini ise kendiminkiyle karıştırdığım bir Anna’m var benim. Okurun kelimelerden süzdüğü imgelerin bu değişkenliğinde Berger’ın tezinin teyidini görenler olabilir, ben edebiyatın gücünü görüyorum.
Kelimelerin imgelere yetmediği anları da biliyorum oysa. Şimdi yazıyı bitirip bilgisayar sayfasını kapatacağım. Birkaç gündür ekranımdaki fotoğraf çıkacak karşıma. Bir kadın ve biri diğerinden yaşlı iki adam, en son gittikleri cenaze töreninde, üçünün de yüzünde ölümlerle katmerlenmiş hafifletilmesi zor, silinmesi imkânsız bir acıyla boşluğa bakacaklar. Bu topraklarda eşit olmamanın resmini göreceğim. Resmi, kırık kelimelerle anlamlandırmayı deneyeceğim. Kifayetsizliğini bilerek, kahrolarak.