ISBN13 978-975-342-732-6
13x19,5 cm, 320 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Soner Sezer, "'Kötülüğün Sıradanlığı'nın Sıradanlığı", Post Dergi, 4 Aralık 2015

Holocaust’u gördükten sonra, sanırım artık şundan herkes emindi: Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Milyonlarca Yahudi’nin sırf Yahudi oldukları için vatandaşlıktan çıkarılmaları, yersiz yurtsuz bırakılmaları, toplama kamplarında bir araya yığılıp topluca ve vahşice ölüme gönderilmeleri, son derece “rasyonel” ve “modern” koşullarda gerçekleştirilmişti. Peki, bunu yapan Nazi’ler, hele de Führer’leri Hitler ve soykırıma karşı sesini çıkarmayan tüm insanlık nasıl bu kadar “kötü” olmuştu? Eğer, insanlar gerçekten bu kadar kötüyse, nasıl bir dünyada yaşayacaktık Auschwitz’den sonra? Şüphesiz, yaşanan büyük bir insanlık ayıbıydı; tarih boyunca benzeri görülmemiş bir kötülük! Peki Naziler nasıl bu kadar “kötü” olabilmişti? Bu soruya verilen en sıra dışı cevap, yaklaşık elli yıl önce Hannah Arendt’den geldi.

Adolf Eichmann, soykırımın uygulanmasında lojistik yönetimden sorumlu olan eski bir SS subayıydı. Savaş sonrasında Arjantin’e kaçmıştı. 1960 yılında, bu ülkede Mossad ajanları tarafından yakalanarak, yargılanmak üzere Kudüs’e getirildi. Aslen bir Yahudi olan ve soykırımdan kaçıp Amerika’ya göçen Arendt, 1961-62 yıllarında The New Yorker için bu davayı takip etti. Yazdığı beş farklı makaleyi önce bu dergide, daha sonra ise 1963 yılında Kötülüğün Sıradanlığı – Adolf Eichmann Kudüs’te adıyla bir kitap olarak yayınladı.

Arendt’in bu kitapta ortaya koyduğu fikirler elli yıldan bu yana çokça tartışma yarattı. Arendt’in temel savı şuydu: Eichmann davasında herkes karşısında Yahudiler’den nefret eden, sapık ve sadist, hasta ruhlu, kötü mü kötü bir cani görmeyi bekliyordu; oysa, Arendt’in sözleriyle, “Eichmann’ın Yahudiler’den hastalık derecesinde nefret eden fanatik bir antisemit olduğu veya birilerinin onun beynini yıkadığı falan yoktu.” (s. 36) Aksine, Adolf Eichmann son derece sıradan, hatta fazlasıyla sıkıcı bir bürokrattan başka bir şey değildi. Hatta mahkemenin başlarında, kullandığı “resmi dil” sebebiyle özür diledi, zira kendisinin “tek dili, resmi yazışmalarda kullanılan bu dil” idi, bu sebeple sorulara verdiği cevaplarda “her zaman aynı şeyleri aynı biçimde ifade ediyordu” (s. 59). Doğrusu dil, belki de Derrida’nın dediği gibi “yozlaşmanın başlangıcı”ndan başka bir şey değildi. Çünkü Nazi Almanya’sında “öldürmek”ten, “gaz odaları”ndan, “imha”dan, “soykırım”dan kesinlikle bahsedilmiyordu, hiçbir resmi belgede bu tarz “kötü” ifadelere rastlanmıyordu. Zira bu işler için belirlenen kod adlar “nihai çözüm“, “tahliye” ve “özel muamele“ydi (s. 94). Arendt bu durumu şöyle açıklıyordu: “Bu dil sisteminin asıl etkisi, söz konusu insanları yaptıklarından bihaber tutması değil; insanların yaptıklarını, cinayet ve yalanlarla ilgili eski, ‘normal’ bilgileriyle aynı kefeye koymalarını önlemesiydi” (S. 95).

Arendt’in büyük bir haklılıkla altını çizdiği gibi “Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca insanın olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de, şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu” (s. 281). Eichmann da duruşma sırasında benzer bir şey söylemişti aslında, “etrafta ‘Nihai Çözüm’e karşı çıkan bir kişi, tek bir kişi bile” yoktu (s. 124). Yazara göre Eichmann, “Yahudilerin yok edilmesinin yarattığı genel coşkuyu Yahudilerin de paylaşmasını beklemiyordu elbette; ama rıza göstermeleriyle yetinmiyor, işbirliği yapmalarını istiyordu ve nitekim olağanüstü bir biçimde iş birliği yaptıklarını gördü” (s. 125). Arendt, kitabın başka yerinde bu durumu şöyle adlandıracaktı: “korkunç, fikre ve zikre direnen ‘kötülüğün sıradanlığı’” (s. 258). Özünde, insanlığı bu felakete sürükleyen şey, o ya da bu kişinin “kötü” olması yahut kötülük yapması değil, kurbanların ve mağdurların tüm güçleriyle bu sisteme direnmekte ısrar etmemeleriydi. Ve de onlarca yıldır, bilhassa da Dreyfus davasının ertesinde Avrupa’da yükselen Yahudi düşmanlığını görmemeleri, görseler de seslerini yükselt(e)memeleriydi.

1930’lardan savaş sonuna kadar Almanya’da öyle bir toplumsal sistem oluş(turul)muştu ki, insanlar özgür iradelerinden ve toplumsal vicdandan muafmış gibi davranmakta bir beis görmüyorlardı. Arendt, bu durumu şöyle anlatıyordu: “Üçüncü Reich koşulları altında sadece ‘istisnaların’ ‘normal’ tepkiler göstermesi beklenebilirdi” (s. 57). Ancak daha kötüsü vardı, Rousset toplama kamplarındaki durumu şöyle tasvir ediyordu:

SS’in zaferi, işkence kurbanının hiç karşı çıkmadan darağacına götürülmeyi kabul etmesini, kimliğini olumlamayı bırakacak kadar kendinden vazgeçmesini gerektirir. SS’ler kurbanın yenilgiye uğramasını yok yere, sırf sadistliklerinden istemezler. Kurbanını daha dar ağacına çıkmadan yok etmeyi beceren sistemin… koca bir halkı esaret altında tutmak, itaat altına almak için tartışmasız en iyi sistem olduğunu gayet iyi bilirler. Bu insanların kendilerine söyleneni harfiyen yapıp ölüme gitmelerinden daha korkunç bir şey yoktur.

***

En başa dönersek, tüm bu bilgileri derleyerek bu yazıya aktarmamdan bir süre önce, İstanbul Film Festivali’nde Von Trotta’nın çektiği Hannah Arendt filmini izlememle bu kitabı okuma isteğim de artmıştı. Film, Arendt’in Amerika’da geçirdiği yılları, daha ziyade ise Eichmann davasını ve bu kitabın yazım sürecini ele alıyordu. Filmde de görebileceğimiz gibi, Arendt’in ortaya sürdüğü görüşler, daha kitap yayınlanmadan şiddetli bir tartışmanın konusu olmuştu. Hele Arendt’in Yahudi cemaat liderlerinin Nazilerle işbirliği yapması üzerine yazdıkları başını iyice belaya sokmuştu. Oysa Hannah Arendt şunu iddia ediyordu: “Bu kitap, Yahudi halkının gelmiş geçmiş en büyük felaketiyle ilgili değildi[r]; totalitarizmle ilgili bir anlatı veya Üçüncü Reich zamanındaki Alman halkıyla ilgili bir tarih de değildi[r]; son olarak kesinlikle kötülüğün doğasıyla ilgili teorik bir çalışma da değil[dir].”

Kötülüğün Sıradanlığı, ilk kez 1963 yılında yayınlandı. Aradan tam elli yıl geçmesine ve Holocaust ile ilgili onlarca yeni bilgi ve belge ele geçirilmesine rağmen bu kitaptaki iddialar hakkındaki tartışmalar hiç bitmedi. Örnek vermek gerekirse, daha geçtiğimiz ay, “dünyaca ünlü” ancak “kimliği bilinmeyen” grafiti sanatçısı Banksy, bir aylığına gittiği New York ziyaretinde, oldukça ilginç bir iş yaptı. Hayır amacıyla ikinci el eşya satan bir dükkandan önemsiz bir fiyata satın aldığı “kitsch” bir yağlı boya tablonun üzerine bir “Nazi subayı” çizdi ve resmin altındaki imzaya kendi imzasını da ekleyerek, gidip aynı dükkana eseri tekrar bağışladı. Bunu öğrenen hayranlarının kapıda resmi görmek için toplanmasıyla, resim açık arttırmayla 615 bin dolara satıldı ve elde edilen gelir AIDS hastalarına ve evsiz insanlar adına çalışan kurumlara bağışlandı. Bu olay ile Arendt’in kitabı arasındaki ilişki ise resmin adında gizliydi: “Kötülüğün Sıradanlığı”nın Sıradanlığı.

New York Review of Books’un 2013 Kasım sayısında da, Arendt’in kitabının yayınlanmasının ellinci yılı olması sebebiyle Mark Lilla tarafından önemli bir eleştiri yazısı yayınlandı. Lila, üç bölüme ayırdığı ve “Arendt & Eichmann: Yeni Hakikat” adını verdiği yazısına tarihçi Primo Levi’nin Holocaust anlatılarındaki titizliğine övgü ile başlıyor. Yazısında Von Trotta’nın filmine de değinen Lilla, “doğru dengeyi bulmak” açısından filmin Levi’nin eserleri kadar başarılı olamadığını iddia ediyor. Kitapla ilgili yapılan tartışmalara değinen Lilla, bu alanı sorgulama cesaretini ilk gösterenlerden olduğu için Arendt’i tebrik ederken, ondan sonra yapılan araştırmaların, tarihe bakış açısına yeni boyutlar getirdiğini belirtiyor. Lilla’ya göre kitap etrafında en çok tartışma yaratan iki temel nokta vardı: Arendt’in Eichmann’ı sıradan bir insan olarak görmesi ve yaptığı analizde, modern bürokratik sistemin yarattığı totaliter yapının Yahudi düşmanlığının önüne geçmesi. Yakalandığında herkesin “soykırımın beyin takımından” olduğunu düşündüğü Eichmann, mahkemedeki savunmasında aslında üçüncü sınıf bir bürokrat görünümündeydi.

Bu noktada en çok eleştirilen Arendt’in Eichmann’a bakışı oldu, zira iddiaya göre Arendt’in yorumu “Eichmann’ı şeytani bir cani olarak göstermektense bir şarlatan olarak sunuyordu, dahası sistem açısından getirdiği yorumlar da her dönem karşılaşılan Yahudi düşmanlığını arka plana itiyordu.” Aslında Arendt, Totaliterliğin Kökenleri adlı eserinde de “kötülük ve düşüncesizlik” arasındaki ilişkiyi belirterek bu tartışmayı daha öncesinde başlatmıştı. Ama Lilla’nın da hemfikir olduğu gibi, Arendt’in dava tutanaklarına ve bir takım bürokratik belgelere dayanarak Eichmann’ı “önemsizleştirmesi” sert bir şekilde eleştirildi. Zira, son yıllarda Arendt’in haberdar olduğu ancak içeriğini bilmediği, Arjantin’de gerçekleştirilen bir Eichmann röportajı da dahil olmak üzere, çokça bilgi ve belge Eichmann’ın o kadar da “önemsiz” bir bürokrat olmadığını, “kavga”ya sonuna dek yürekten bağlı ve “Nihai Çözüm”ü destekleyen birisi olduğunu ortaya koydu. Lilla’ya göre Arendt, bu korkunç olayı anlaşılabilir ve yargılanabilir kılmak için fazla basitleştirmişti, hatta Heidegger’den miras aldığı “hakiki olmak,” “yüzü olmayan kalabalık kitleler,” “makine olarak toplum” ve “modern toplumda düşüncenin önemi” gibi kavramlar ışığında olaya bir entellektüel olarak baktığından, Eichmann’ın takındığı “sıradanlık maskesi”nin ardında yatan “gerçek kötülüğü” pek de fark edememişti.

Aslında Arendt’in kitabında bu iki iddia kadar, belki de onlardan daha çok tartışma yaratması gereken bir üçüncü nokta daha vardı: Yahudi cemaati önderlerinin soykırımda oynadığı rol. Bu, soykırım sonrasında üzerinde konuşulması “büyük bir tabu” sayılan konulardan birisi oldu, hatta Von Trotta’nın filmindeki bir sahnede de gördüğümüz gibi, Mossad ajanları bu sebeple Arendt’i “dostane” bir biçimde uyardılar. Aslında bu konu daha önce hiç “duyulmamış bir şey” değildi. Zira Arendt, bazı tanıklıkları 1961 yılında Raul Hilber’in yayınladığı The Destruction of the European Jews adlı kitabına dayandırıyordu. Ama bir farkla, Hannah Arendt kitabında Yahudi liderlerinin bu rolünü “şüphesiz tarihin en karanlık sayfası” olarak nitelendirdi.

Bağlamından koparılıp alınan bu söz, onu bir anda herkesin, bilhassa da Yahudi cemaatinin gözünde mağdurlara karşı anlayışsız bir insana dönüştürdü. Bu karşı saldırı sonrasında, kamuoyu nezdinde Arendt’in The New Yorker’da yayınlanan bu görüşlerinin kitap olarak basılmaması bile “rica edildi.” “Neyse ki” Kennedy cinayeti gündeme bomba gibi düşerek Arendt’i bu şiddetli saldırılardan bir süreliğine kurtardı. Mark Lilla’nın yazısının sonundaki nota bakarsak, bu yazı iki makalelik bir serinin ilki, öyle görünüyor ki Arendt’in kitabı ve iddiaları daha çokça tartışılacak...

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X