İlk Sözler, s. 13-18
Tüm canlilarin yaşamlarını sürdürebilmelerinin ilk şartının beslenme olduğu tartışılmaz. Gıda tükendiğinde yok olan birçok medeniyete tarih tanık. Gıdanın sağlıklı, herkes için yeterli ve erişilebilir olması önemli. Bütün bunlara cepheden itiraz eden yok.
Gıda ile insan arasında, hem erişimde hem gıdanın üretim aşamalarında engel bulunmamalı. Üreticinin ürettiği ürün ile halk, denetimleri dışında kalan bir aracılık olmaksızın buluşabilmeli. Doğrusu bu. Çünkü gıda bir yaşam hakkıdır. Engellenemez, engellenmemeli! Bunlar öyle apaçık genel doğrular ki söylemde herkes savunur, aksini iddia eden olmaz.
Oysa uygulamaya baktığımızda, görünüşteki bu fikir birliğine rağmen insanların gıdayla olması gerektiği gibi bir ilişki kurmadığını, kuramadığını görüyoruz. Gıdayla üretimden tüketime kadar kurulan ilişkilerin neredeyse tüm evreleri sorunlu. Bu sorunlar da üretim sürecinde müthiş bir ekolojik tahribata yol açıyor. Dev şirketlerin hâkimiyeti altında, gıda endüstrisi hem açlar üretiyor hem üretilen gıdalar sağlık için tehdit oluşturuyor; gıda üretimi amacının tersine işleyip kıtlıklara giden yolları asfaltlıyor. Gıdayla ilgili isyanlar, yanlışların işaret fişeğini atmosfere fırlatan birer uyarı olmasına rağmen küresel gıda şirketleri ve hükümetler bu uyarıya havai fişekli eğlence muamelesi yapıyor.
Bu yazdıklarım esasında bilinen şeyler. Fakat kısaca da olsa üzerinden bir kez daha geçip aklımızın bir köşesine yazmamızda fayda var. Bugün yaşadığımız çevre ve gıda krizinin kökenlerini, kapitalist endüstriyel tarım denen faaliyetin kendini var eden varlıkları nasıl yok ettiğini ancak bundan sonra konuşup tartışabiliriz...
Geçmişte, yani modern kapitalizm öncesi dönemlerde insanlığın büyük çoğunluğunun emeği gıda maddeleri üretimine ayrılmıştı. Gıda üreticileri (çiftçiler), devletin ve/ya da toprak sahibinin el koyduğu ürün fazlası bir yana, daha çok kendi ihtiyaçları için üretirlerdi. Başka bir deyişle köylüler, hanehalkı, yani aileler şeklinde kendi ihtiyaçlarını karşılama amaçlı çalışır, üretirdi. Ürettikleri ihtiyaçlarını aştığında aşan miktar değişime konu olurdu. Ama bu değişim ekseriyetle para biriktirme amaçlı olmazdı. Değişim, esas olarak başka ihtiyaçlarda kullanılacak malları elde etme, öncelikle de zorunlu ihtiyaçları giderme amacıyla yapılırdı. Bu değişimin elbette türlü biçimleri vardı. Onlara burada girmeyeceğim.
Köylüler kapitalizm öncesinde otlak, orman, tarla, arazi ve hayvan gibi doğal varlıklarla ilişki kurar ve bu ilişkiyi olumlu biçimde korurdu. Doğal varlıklar ile üretici (insan) arasında varolan karşılıklı bağımlılıklara saygı gösterirdi. Bu bağları bozmaya uğraşmaz, yok etmeye çalışmazdı. Onlarla uyum içinde yaşar ve üretimini öyle organize ederdi. Köleci dönemde de, feodal dönemde de, bazı farklılıklar olsa da, durum genel hatlarıyla böyleydi. Kapitalizm öncesi üretim emekçinin doğal koşullarla olan bağına dayalıydı. Doğal koşulların elverdiği ölçüde ihtiyaçlar belirlenir, üretim bu ihtiyaçlara göre gerçekleştirilirdi. Yani sınırlıydı, üretimin amacı değişim değeri üretmek değildi. İhtiyaç karşılama (kullanım değeri) amaçlı üretim esastı. Kapitalist sistemle birlikte her şey değişti. Üretim zenginlik biriktirmek (değişim değeri) için yapılmaya başladı. İnsanların doğa ve toprakla bağı kapitalizmle birlikte kopmaya, koparılmaya başladı. Doğayla kurulan ilişkide geçmişte gösterilen saygı terk edildi, uyuma özen gösterilmez oldu. Toprak mal kılındı; alışverişe konu edilir nesne haline getirildi, diğer ticari mallar kadar olmasa da sık el değiştirir oldu. Kapitalist sistemle birlikte değişim değeri hızla kullanım değeri üzerinde egemenliğini kurdu. Ticareti ve üretimi yönlendirdi. Tarımda mekanizasyon gelişim kaydetti, buhar enerjisine ve diğer enerjilere dayalı makineleşmeye geçildi. Tarımın vazgeçilmezi haline gelen yoğun enerji kullanımı tarımsal üretimde sıçrama yarattı. Başka bir deyişle değişim değerinin kullanım değeri üzerindeki bu egemenliği, makineleşmedeki gelişmeyle birlikte doğadan zenginlik üretmenin biçimlerini ve boyutlarını kökten değiştirdi. Değişim değerinin sağladığı olanaklarla artıürüne el koyan sermaye gelişti, semirdi. İnsanın ve doğanın birlikte evrimini göz önüne almadı. Kendisi tek başına belirleyici oldu. İnsanı ve doğayı birlikte sömürdü. İnsan ile doğa arasında sermayenin dolayımından geçmeyen bir ilişki kurulamaz oldu. Sermaye doğa üzerinde kurduğu tahakküm sayesinde insanları, insanlar üzerinde kurduğu tahakküm sayesinde doğayı boyunduruk altına aldı. Sermayenin amacı ve sonucu olan kâr, işte bu çifte tahakkümün ve sömürünün getirisidir.
Kapitalizm öncesinde çoğunlukla araya para girmeksizin emek sayesinde doğrudan doğadan sağlanan yaşam ve geçim araçları, kapitalist dönemle birlikte neredeyse tamamıyla ancak bir parasal bedel karşılığında pazardan sağlanabilir oldu. Daha önce çoğunlukla hanehalkının emeği karşılığında yakın çevreden sağlanan ihtiyaç maddeleri (kullanım değerleri), nerede nasıl üretildiği bilinmeyen nesneleri bir araya getiren anonim piyasa(lar)dan temin edilmek zorunda olunan mallar/metalar (değişim değerleri) haline geldi. İhtiyaç duyulan bu malları elde etmek için gerekli parayı sağlayabilmek için de ihtiyaç sahibinin paranın sahiplerine, yani sermayeye, kapitaliste elinde kalan tek metayı, yani emek gücünü satması gerekti. Üretici emek ile toprağın bağı koparıldı. Sermaye kırsal kültürü imha etmek, yani ihtiyaçların dolaysız emekle doğrudan doğadan karşılanmasının koşullarını ortadan kaldırmakla kendisi için
(a) emek gücünü satmak dışında bir gelir ve geçim kaynağı kalmayan ve bu yüzden kendisine (sermayeye) bağımlı olan geniş bir işgücü kütlesi yani ücretli işçi sınıfı ve,
(b) ihtiyaçlarını karşılamak için doğaya değil piyasaya bağımlı geniş bir tüketiciler kütlesi, yani satmak için üretti(rdi)ği malları elden çıkaracağı bir iç pazar oluşturdu. Ki bunlar her şeyin sermayenin çıkarına göre düzenlendiği bir toplum biçimi olan kapitalizmin bir sistem olarak var olabilmesinin ve var kalabilmesinin olmazsa olmazlarıdır.
Kapitalizmin bir sistem, hâkim üretim tarzı ve başat toplum biçimi olarak kurulmasının (ve ayakta kalmasının) ilk şartı köylülüğün dönüştürülmesi ve yavaş yavaş, ama geri döndürülmez biçimde tasfiye edilmesiydi. Kapitalizm küreselleştikçe bu durum evrenselleşecek, köylülerin üretimi terk etmesi hız kazanacaktı. Üretimi terk edenler arttıkça doğa tahribatı da arttı, ekolojik döngü yara aldı. Doğal varlıklar üzerinde egemenlik kuran ve tarım alanında neden olduğu üretim ilişkileri ile üretimden pazarlamaya zincirin halkalarını ele geçiren küresel kapitalizm, doğa ve toplumlardan sonra tek tek insanları da yönetebildiği bir rotaya girdi. Bu rotayı yıllar önce Amerikalı Diplomat Henry Kissinger “enerjiye hükmeden devletlere, gıdaya hükmeden insanlığa hükmeder”1 diyerek tanımlamıştı. Şu an küresel tarım, gıda ve tohum şirketleri tarımın olmazsa olmazı olan tohumu da ele geçirmiş durumda. Küresel tarım şirketlerinin tarımsal üretimde kurduğu egemenlik, tohumu ele geçirmeleriyle birlikte, insanlar üzerinde de kuruluyor.
Kapitalizmin küreselleşmesi bu bakımdan iyi kavranması gereken en önemli dönemeçtir.
Şu an kapitalizm kapsamlı bir kriz yaşıyor. Üstelik bu kriz, diğerlerinin aksine merkezde çıktı ve yayıldı. Merkezde çıkan son kriz öncesindeki krizlere türbülans, karmaşa adını koyanlar var. Bugünkü kriz küreselleşme yolunda hızla ilerliyor, hatta küreselleşti. Yalnız bu kriz(ler) elbette kapitalizmin son krizi değil ve olmayacak da.
Zaten kapitalizm şimdiye kadar irili ufaklı birçok kriz yaşadı. Hatırlarsanız bundan önceki krizler Asya ülkeleri, Latin Amerika, Rusya ve Türkiye gibi çevre ülkelerde ortaya çıkmıştı. Ancak bu seferki kriz ABD’de ortaya çıktı, ama etkisi Avrupa’da, Rusya’da, Çin’ de ve dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde (kiminde az, kiminde çok) hissedildi. Bitmiş de değil, artçıları sürüyor. Ayrıca krizin merkezde çıkması kapitalist sistemi tehdit ediyor, sarsıyor. Ama mali çöküş, ne yazık ki kapitalizmin çöküşü değil, bu anlama gelmiyor. Kriz kapitalist sistemin herkes ve her kesim tarafından sorgulanmasına imkân veriyor sadece.
Çevre ülkelerde çıkan ile merkezde başgösteren kriz birbirinden farklı. Çözüm konusunda geliştirilen yaklaşımlar da aynı değil. Ancak her iki kesimde çıkan krize çözüm önerenler aynı odaklar, yani merkez ülkeler.
Çevre ülkelerde görülen krizler, krizin çıktığı ülkelerdeki makroekonomik dengesizliklere ve ekonomi politikalarındaki hatalara bağlandı. Bu nedenle çevre ülkelerden, dengelerini kurmaları, politikalarını küresel piyasa sistemiyle uyumlu hale getirmeleri ve bu süreçte çıkacak reel maliyetlere katlanmaları istendi. Çevre ülkeler de merkez ülke isteklerine uygun bir ekonomik-politik hat izledi.
Çevre ülkelerden sayılan Türkiye tarımında bu politikaların uygulanışına baktığımızda da bize “tarımda destekleri kaldırın, tarımsal kredi faizlerini yükseltin, girdi sübvansiyonlarını düşürün, tarımsal KİT’leri (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) özelleştirin” dediklerini görüyoruz. Hükümetlerimiz bunun bize maliyeti ne olur diye düşünmedi ve bu talepleri harfiyen yerine getirdi. Uygulanan bu ekonomik politikalar sonucunda kriz geçici olarak çözüldü belki. Ancak bu politikalar bizi temel besin maddelerinde sahip olduğumuz yeterlilikten uzaklaştırdı. Tarım sektörü boğazına kadar serbest piyasa ilişkilerine batırıldı. Tarım sektörü ve küçük köylüaile çiftçiliği, küresel tarım, gıda ve ecza şirketleri tarafından tutsak alındı.
Tarımın serbest piyasa içine alınmasıyla yetinilmedi; şirketler saldırılarını doğayı yeni sermaye birikim alanı olarak seçerek sürdürdü. Maden aramaları, bütün akarsuların üzerine nehir tipi hidroelektrik santral yapımları, en verimli ovalara termik santral kurma çalışmaları, yaylalara, otlaklara ve tarım alanlarının çevresine rüzgâr enerji santralleri, düzlük alanlara güneş enerji santralleri kurulmasıyla doğaya yapılar saldırı iyice arttı. Tarım ve tarımcılardan sonra doğa da şirketlerin tahakkümü altına sokuldu. Tutsaklaştırıldı.
Doğaya yapılan saldırının neden olduğu kirlilik ve tahribat tarımsal üretimi olumsuz etkiledi. Küçük aile çiftçiliği yapan köylüleri yerlerinden yurtlarından etti. Göçe zorladı. Tarımda uygulanan serbest piyasa ilişkileriyle birlikte suya sahip olan enerji şirketleri, çevresindeki toprakları da mülk edinebildi. Dolayısıyla tarım, gıda ve doğaya şirketlerin egemen olacağı bir süreç başladı. Hızla ilerledi. Doğayı ele geçiren toprak gaspçısı ve su korsanı şirketler, biyoçeşitliliğin de sahibi oldu.
Merkezde çıkan kriz finansal kriz olarak lanse edildi. Bu elbette doğru, ama finansal krize eşlik eden ve dünyamız için finansal krizden daha yakıcı, yıkıcı ve tahrip edici özelliklere sahip başka krizler de var. Bunlardan söz edilmiyor. Çünkü küresel şirketler bu bahsedilmeyen krizlerden besleniyor ve kendini yeniden üretmeye çalışıyor. Bunlar küresel iklim krizi, enerji krizi, ekoloji ve gıda krizi. Bu krizlerin hangi birini tutsak, ucu diğerine dokunuyor. Evet, her geçen gün gıda krizi derinleşiyor. İklim krizi ile ekoloji ve enerji krizi gıda krizini besliyor. Birbirini besleyen bu krizler, kartopu misali büyüyor. Gıda krizi yoksulları vuran karakteriyle en can yakanı ve açlık herkesi, hepimizi, her şeyi titretir...
Elinizdeki bu çalışma üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümünde gıda fiyatlarındaki, serbest piyasanın (kapitalist küreselleşmenin) neden olduğu artış, “Küresel Gıda Krizi” başlığı altında nedenleriyle birlikte ele alınıyor.
İkinci bölümde sermayenin yeni birikim alanı olarak gördüğü ve şuursuzca sömürmeye giriştiği doğada oluşan ve oluşmaya devam eden ekolojik tahribatın muhtemel sonuçlarının üzerindeki perde kaldırılmaya çalışılıyor.
Üçüncü bölümde toplumsal muhalefet örgütlerinin ve hükümetlerin gıda güvenliği limitlerinin ötesine geçerek düşünmeleri ve başka bir tarım, gıda ve yaşam hayal edebilmeleri için devrimci bir kavram olan gıda egemenliği tartışmaya açılıyor.
Bu çalışma gıda egemenliğinin üretici ve tüketici tarafından yeniden ele geçirilmesinin yollarını tartışmaya vesile olur ve buna katkıda bulunursa amacına ulaşmış sayılacaktır.