Orkun Atilla, "Ama serçe yine de düşer", Karga Mecmua, Mayıs 2015
Mary Doria Russell, 1996 yılında ilk romanı Serçe’yi (The Sparrow) yayınlayınca bilim kurgu fanatikleri başta olmak üzere edebiyat okurları arasında haklı bir beğeni ve popülariteye kavuşur. “İlk temas” konseptindeki eser, ‘97’de İngiliz Bilim Kurgu Yazarları Kurumu tarafından En İyi Roman Ödülü’ne layık görülür ve arka arkaya ödüller alır. Russell ‘98’de serinin ikinci kitabını yayınlar: Children of God. On beş yılı aşkın bir süredir dilimize çevrilmeyi bekleyen bu ikinci kitabın da nihayet Türkçeye çevrileceğini konuşuluyor. Rakhat gezegenine ikinci bir seyahat düzenlendiğini bildiğimiz ikinci kitabın dilimize çevrilmesini beklerken, biz şimdilik ilk sefere odaklanalım: “Sefer mi, misyon mu? Bilimden mi bahsediyoruz, dinden mi?”
Yıl 2059: Peder Emilio Sandoz, 40 yıl önce, Porto Riko’daki radyo teleskobunun dünya dışından gelen bir melodiyi duyması üzerine -“Tanrı’nın sesi!”- Rakhat gezegenine gönderilen Cizvit misyonerlerin öncülüğündeki sekiz kişilik ekipten canlı olarak geri dönen tek elemandır. “Dinlerini yaymaya değil, Tanrı’nın şanını yüceltmek için gidiyorlardı.” Rakhat’ta neler olmuştu? Seyahatin finansörü ve organizatörü Vatikan başta olmak üzere, BM ve dünyanın geri kalanının cevaplanmasını istedikleri sorular vardı. Misyonerlerin lideri baş peder D.W. Yarbrough’un (“ruhumun babası”) Rakhat gezegeninden dünyaya gönderdiği radyo mesajlarından birinde aziz konumuna yüceltilen peder, nasıl olmuştu da hem bir katil hem de fahişe konumuna düşmüştü? “Her şeyi kendisi mi başlatmıştı yoksa Tanrı mı?” İnsanın eti mi daha fazla acırdı, yoksa ruhu mu? Cevaplar için bedeni ve ruhu alevler içindeki Sandoz’un iyileşmesini bekleyecektik. Sandoz iyileştikçe olanları büyük bir ıstırap içinde hatırlar ve anlatmaya başlar...
“Tanrı’yı o mu buldu, yoksa Tanrı gidip onu mu buldu, bilmiyorum.”
Bir Kara Roman örneğini okuduğunuzda suça dair sizi bekleyen 5N1K soruların neredeyse tamamı cevaplanmış olduğundan sizi kitaba bağlayan şey gizem değildir. Bu türdeki kitaplar suçun esrarından ziyade insanın karanlık yüzü ile ilgilenir (meraklısına zımba gibi bir öneri: Leo Malet - Kara Üçleme); kimin yaptığıyla değil olayın psikolojik ve sosyolojik sebeplerine odaklanır. Mary Doria Russell kitabın hemen başında maceranın sonunda olacakları söyleyerek, aslında polisiyenin bir alt türü olan Kara Roman mıntıkasına girerken, ikili anlatım tekniğiyle olayların hem nasıl başladığını hem de nasıl sonuçlandığını yudum yudum ve temposunu artırarak sunuyor. Yetkin olmayan bir kalemden çıktığında okurun ilgisini derhal dağıtacak bu yöntem; Russell’ın derinlikli karakterleri, sabırla işlenen olay örgüsü ve son sözü okura bırakan serin tutumuyla usta işi bir eserin çıkmasını sağlıyor. “Bundan fazlasını bekleme, Tanrı kalbini kırar!”
İkili anlatım tekniğini biraz daha açmak gerekirse, yazar tarih ve rakamlarla bölümlere ayırdığı parçaları iki farklı ton kullanarak kaleme almış. Sandoz’un görevde yaşananları ve kendi açmazlarını aktardığı -duyumsananın anlatıldığı- bölümler hüzünlü ve dramatik bir tınıda sunulurken; sefere gidiş, ekibin birbiriyle tanışması, karakterlerin hikâyelerinin verildiği, daha çok dıştan -görünenin anlatıldığı- bölümler kaygısız ve şen bir dille naklediliyor. Bu ters akıntılar -bir anlamda okuru girdapta bırakarak- öyküye ivme kazandırırken finaldeki yıkımın etkisini de artırıyor.
Serçe; peder, dil bilimci, oğul, âşık, sadık, Tanrı’nın gözdesi Emilio Sandoz’un hikâyesidir. Fakat bu hikâyede iki önemli karakter daha vardır adını anmamız gereken. Bunlardan ilki antropolog ve doktor olan, altmışlarındaki Anne Edwards’dır (“yüreğimin anası”). Anne’in varlığı iki açıdan önemlidir: 1. Dünya ile barışık, zeki, hazırcevap ve nüktedandır. Bu özellikleri ile yukarıda bahsettiğim şen havayı yaratarak, ufak sızıntılarla gerilimli havayı incelterek emniyet supabı işlevini görür. 2. Anne Edwards, agnostik bir bilim insanıdır. Peder Emilio Sandoz ile Tanrı’nın varlığı ve işlevi üzerine yaptıkları sohbetler aracılığıyla dinin “var olma”, bilimin ise “bilimsel kalabilme” mücadelesini ve iki tarafın ürettiği argümanı da dinleme fırsatını buluruz.
(Yazarın Anne Edwards aracılığıyla romana sızdığını düşünenler varsa kısmen haklı olabiliriz. Yazara bunu sorduğumda cevabı sanki Anne Edwards vermişti: “Haklısın, Anne ve ben bir noktaya kadar aynı biyografiyi paylaşıyoruz. Ancak o daha akıllı ve sosyal. Ve o başka bir gezegene gitmeye hevesli iken ben kamp yapmaya bile gitmem!”)
Mary Doria Russell, aslında Chicago’lu eski bir akademisyen. Kemik biyolojisi ve biomekanik konularında uzman bir paleoantropolog. ‘80’lerin sonunda görev yaptığı üniversite, küçülmeye giderek bazı kürsüleri kapatınca başka üniversitelerde şansını dener. Bir sonuç alamayınca tıbbi görüntüleme ekipmanlarının kılavuzlarının teknik yazarlığını yapmaya başlar. Beş yıl boyunca mühendis ve operatörlerle çalışmış olmaktan dolayı çok mutlu olduğunu, onlardan çok şey öğrendiğini söylüyor Russell (Serçe’deki yetenekli mühendis George Edwards karakteri için gerekli bilgiler bu şekilde birikmeye başlamış olmalı!). Bush döneminin sonuna doğru ülkedeki ekonomik durgunluk işlerine yansır ve tekrar işsiz kalır. O yıl Amerika’nın keşfinin 500. yılıdır. Kamuoyunda cereyan eden tartışmaların ana konusu, Avrupalıların yeni kıtaya çıktıkları vakit Amerikan yerlilerine karşı işledikleri suçlar ve günahlardır. Russell, 1492 yılına ilişkin yapılan bu değerlendirmelerde bir hata yapıldığını, beş asır önce ölmüş insanların bugün -20. yy’da- bizlerin bile samimiyetten uzak bir şekilde inanır gibi yaptığımız, kültürel duyarlılığın ve çok çeşitliliğin önemine vakıf olmalarını beklememizin hiç de adil olmadığını düşünür. Ve Serçe’nin yazımı ‘92 yılında işte böyle başlar:
“Akıllı, iyi niyetli, bugünün bilincine sahip günümüz insanlarını alıp onları 15. yüzyılın kâşifleriyle benzer konuma getirecek bir hikâye gerekliydi. Modern insanı Avrupalıların yeni topraklardaki yaşam biçimine dair bilgisizliğiyle (radical ignorance / mutlak cehalet) donatıp bunu nasıl tecrübe edeceklerini görmemizi sağlayacak bir kurgusu olmalıydı. Bence bu durum, kaçınılmaz olarak, trajik sonuçlar doğuracaktı. Çünkü ‘İlk Temas’ı doğru yapmanın sağlıklı bir yolu yok -tek başına dil sorunu bile fazlasıyla tahripkâr hataların doğmasına neden olacaktır. Dünya üzerinde ‘radical ignorance’ı deneyimleyebileceğimiz bir yer olmadığından başka bir gezegene gidilmesi gerekiyordu. Hikâye kendi janrını seçti...”
Kültürlerarası farklılıkların getirdiği sorunlar işlenirken ilave çatışma öğesi olarak Tanrı’nın da eklenmesi ile romandaki yoğunluk artıyor. Sandoz’un Tanrı, Anne’in ise bilim aşkı üzerinden Tanrı’nın sadece varlığı değil, fonksiyonu da sorgulanıyor. “Ya Tanrı sorumlu ya da değil.” Ve finale geldiğimizde besin zincirinin tepesindeki “yaratılmışların en kutsalı” olarak sorgulamaya başlıyoruz: ahlakı, etoburluğu, doğayla olan ilişkimizi, samimiyetimizi, evcilleştirdiğimiz hayvanları ve yarattığımız sistem için ödediğimiz bedeli... Sandoz’un bize tuttuğu aynanın sırrından yansıyanlar o kadar parlak değil...
Kitaptaki diğer önemli karakter ise güzeller güzeli Sefarad Sofia Mendez’dir (“reddedilmiş kadın”). Emilio Sandoz’un biricik aşkı, Tanrı ile kendisi arasında tercih yapmak zorunda kaldığı, varlığıyla hikâyenin sonunda tanık olacağımız trajedinin kıvılcımını çakan, yokluğuyla yürekleri dağlayan, Sandoz’un en insani tarafına seslenen kadın... Mendez vesilesi ile yazardan bir parça daha sızmıştır romana. Katolik olan yazar, Serçe’yi yazmaya başladığı yıllarda -1993’te- sekiz yıllık araştırma ve okumanın sonucunda Yahudi olmaya karar vermiştir. Bu bilgi bize romandaki Yahudi gelenek ve ritüellerindeki hâkimiyetin kaynağını açıklıyor gibi. Sofia Mendez’in hayatını okurken görüntülerin bir ara bu topraklara kayması ise yazarın Türk okurlara ilginç bir sürprizi. ‘90’larda yazılan bir bilimkurgu kitabında İstanbul’da geçen II. Kürt ayaklanmasından bahsetmesi, Kürtlerin bugünün siyasetindeki önemi ve aktif tavrı düşünülecek olursa oldukça dikkat çekici. Russell’a nasıl olabiliyor da yirmi sene öncesinden Kürt halkının siyasette bu kadar aktif olacağını öngördüğünü sorduğumda bana Ortadoğu ile ilgili ufak bir analiz yaptı:
“ ‘90’ların başında, Berlin Duvarı yıkıldığında, bazı sosyal bilimciler bir dönemin sonunun geldiğini söylüyorlardı: ‘Sovyetler ve Birleşik Devletler arasındaki savaş bittiğine göre artık insanlar sadece para kazanmakla ilgilenecekler ve dünyaya barış egemen olacak!’ Ne yazık ki bu bana pek de mümkün görünmüyordu. Ülkeler arasındaki vekaleten savaşlar (proxy wars) bitmişti fakat Fransa ve Britanya’nın haritada çizgiler çekip Ortadoğu’yu oluşturdukları 1921 Kahire Konferansı’ndan beri baskı altında tutulan ulusalcılık gün yüzüne çıkmıştı.
Şimdi ise insanlara şunu diyorum: Haritadaki her bir düz çizgiye dikkatlice bakın. O gördüğünüz yerler sömürgeci güçlerin uydurduğu ülkelerdir ve o suni çizgiler daima etnik sınırlarla kesişir. Amaç güçlü toplulukları bölüp zayıflatmaktı. Böylece olası bir Kürdistan; hayali çizgilerle Suriye, Irak ve Türkiye arasında bölündü. Daha sonra ise bir bütünlük arz etmesinler diye ezeli düşmanları ile biraraya getirildiler. Çoğunlukla Sünni ve Şii olan bu grupların birbirlerine karşı verdikleri mücadele, doğal kaynaklarını sömürmek niyetinde olan emperyalistleri düşman olarak görmelerini engelledi.
Bu plan bir süre gayet iyi işledi fakat artık imparatorlukların hepsi yıkıldı ve zorla dayattıkları sınırlar dağılmaya başladı. O eski nefret söylemlerinin hiç olmadığı kadar şiddetlendiği çok uzun bir çatışma dönemine girdik. Fakat benim tüm yapay sınırların yıkılacağı ve doğal sınırlarına ulaşmış rasyonel ulusların yükseleceğine dair umudum var. Radikal İslamcılara gelince, o kadar akıl almaz dehşet saçıyorlar ki Sünni ve Şii din âlimlerinin ortak bir kararla bunların İslam dışı olduklarını ilan etmelerini bekliyorum. Belki bu sayede Müslümanların ilişkilerini çürüten bu zehirden kurtulurlar. Yakın zamana kadar Avrupa tarihinde de Katolik ve Protestanlar arasında savaş vardı ve o günlerde de kafa kesmelere çok sık rastlanıyordu. Neyse ki -eskiye göre daha az olmakla beraber- Kuzey İrlanda haricinde Avrupa’da kayda değer mezhepsel bir çatışma görülmüyor.”
Radikal İslamcılar ile ilgili beklentisini çok iyimser bulmakla birlikte şunu anlıyoruz ki karşımızda sadece iyi bir yazar değil aynı zamanda dünyadaki siyasi ve politik gelişmeleri takip eden iyi de bir gözlemci var. (Bu arada yazarın Kahire Konferansı’nı temel alan bir de romanı var ve maalesef o da henüz Türkçeye çevrilmiş değil: Dreamers of the Days)
Serçe, hem M.D. Russell ile tanışmak hem de çok iyi kurgulanmış bir romana kavuşmak için iyi bir seçim olabilir...