Ogan Güner, "Mahremiyet ve Kamusallık", Bilim ve Gelecek, 12 Haziran 2015
İnşaat çağında yaşıyoruz. Kentsel dönüşüm, emlak piyasası, AVM’ler, kamusal alan düzenlemeleri; her biri ana arterlere, köprülere yakın olmakla böbürlenen, kendi içine kapalı siteler, gündelik hayatımıza, politikayla etle tırnak kadar iç içe geçmiş saldırgan bir devinim kazandırıyor. Gazete sayfalarını çeviriyor ya da tv reklamlarını izliyoruz ve 3D animasyonlarla, maketlerle pazarlanan, 0 faizli sitelerdeki evlerden hangisine gücümüzün yeteceğini hesaplıyoruz. Bu evler içleri kadar, belki de içlerinden de ziyade, dış dünyaya kapalı “kamusal” alanlarının (“yaşam alanı” diyorlar) cazibesiyle pazarlanıyor. Ağaç var. Oyun alanı var. Alışveriş merkezi var. Spor salonu var. Bazen göl bile var. O da yetmezse “tema siteler” var. İster Venedik’te yaşayın, ister İstanbul’un periferisinde Boğaz yalılarında oturun. Yeni Türkiye’nin çekirdek ailesinin hafta sonundaki boş zamanları içinse AVM’lerimiz var. Dışarıya açılan pencerelerin olmadığı, herkesin içeriye odaklandığı, minimum tüketimle maksimum kamusallık tükettiği devasa granit yığınlarımız. Ve elbette iktidara korku salan kent meydanlarımız var. Onun karşısında ise TBMM’den daha büyük, oda sayısı resmi olarak henüz tespit edilememiş AkSaray’ımız var. Bunların hepsi mahrem ile kamusal olan arasında ideolojik ilişkiler inşa ediyor ve sürekli olarak bize bir şeyler söylüyor.
Beatriz Colomina’nın Mahremiyet ve Kamusallık kitabı ise bu güncel, neo-liberal inşaat furyasıyla ilgili değil, ama modern mimarinin, geleneksel mimari ile olan radikal kırılmasındaki en temel denklemlerinden birine odaklanıyor: Mahremiyet ve Kamusallık. Ancak bu karşıtlık üzerinden Colomina’nın geliştirdiği asıl iddia, kitabın altbaşlığında da geçtiği gibi, modern mimarinin kitle iletişim araçlarıyla (fotoğraf, film, reklamcılık, yayıncılık) kurduğu ilişki ve nihayetinde kendisinin de bir kitle iletişim aracına dönüştüğü. Charles Jencks gibi isimler 1970’lerden beri mimarinin bir iletişim biçimi olduğunu söylüyor zaten, ama Colomina, modern mimarinin görünüşte iki ayrı uçta yer alan ama detaylara inildiğinde birbirini tamamlayan iki büyük ismi üzerinden (Alfred Loos ve Le Corbusier) detaylı ve profesyonel olmayan okurları da cezbeden bir düşünsel yolculuk sunuyor.
Loos ve Le Corbusier kitabın iki rehberi olarak ilk sayfadan sona kadar Colomina’ya eşlik ediyor. Loos’un bilerek ve isteyerek arkasında arşiv bırakmama tavrı ile Le Corbusier’in saplantılı arşivciliğinin yarattığı tezatla başlayıp Şehir/Fotoğraf/Reklam/Müze/İçmekân ve Pencere olarak adlandırılmış bölümlerle sadece mimarinin değil modernist düşüncenin de mimaride somutlaşan alanlarına dalıyoruz.
Colomina’nın perspektifinden Loos ve Le Corbusier modern mimarinin iki ayrı ucu olarak konumlanıyor. Loos’un evleri, dış cephesinin dış dünyaya bir şey söylemek zorunda olmadığı, her şeyin içe dönük olarak tasarlandığı evler olarak karşımıza çıkıyor. Dibine kadar modernist diye tanımlanabilecek Alfred Loos’un “Kültürlü insan pencereden dışarı bakmaz” sözüyle doruğa ulaşan bu mahremiyet ve içe dönüklük, evin içinde yaşayanların deneyimi olmaksızın evin kendisine herhangi bir otantik karakter atfetmeyen yapılar. Bu yüzden Loos’un içmekânları fotoğraflanmaya direniyor, fotoğraflandıklarında aynılaşıyorlar. Süslemenin bir suç olduğu Loos anlayışında her şey modernist bir bakış açısıyla maskeleniyor, indirgeniyor ve ancak mekânı paylaşanların deneyimleriyle (bakışlarıyla) sonradan anlam kazanıyor. Loos’un mekânları o mekânın sahiplerinin sosyal kimliklerini barındırmak üzere var sadece, dolayısıyla geçmişe aktarılmak gibi bir misyon üstlenmiyorlar.
Diğer yanda ise mimariyi resimler ve manzaralar kurgulamak olarak gören Le Corbusier yer alıyor. Le Corbusier’in her alandaki ve tabii ki inşaat alanındaki teknolojik gelişmelere tutkuyla bağlayan ve mimariyi uzamın içinde bir anlatı, bir film gibi kurgulayan yaklaşımı karşımıza “kültürel bir prodüktör olarak mimar” kavramını çıkarıyor. Le Corbusier’in binaları bir manzara sunmak için tasarlanıyor. Geleneksel mimarinin temel sorunları ise en yeni teknolojilere havale edilmiş durumda. Bu açıdan Colomina, Le Corbusier’in, medyanın modern konumu ile hakiki bir ilişki kuran, reklam ve film gibi “alt sanattan” alabildiğine beslenen ilk mimar olduğunu vurguluyor. Nihayetinde Le Corbusier’in mimarisi, mahrem ile kamusal olanı içe kapalı duvarlarla ayıran Loos’un defansif tavrının tam zıttında, bina ile dışarısının iç içe geçtiği ve tek bir bütün oluşturduğu bir noktayı işaret ediyor.
Colomina kendi tezini geliştirirken, aslında geleneksel mimari eleştiriye de güncel bir yaklaşım getirme niyetinde. Mimariyi mimari öğeleriyle değerlendirilmesi gereken bir “yüksek sanat” olarak konumlandıran mimari eleştiri metodolojisinden saparak bir kitle iletişim aracı olarak kültürel bir araştırmanın konusu haline getiriyor ve diğer kitlesel iletişim araçlarıyla ilişki içinde inceliyor. Mimari bir eğitimi olmayan her sıradan insan gibi biliyoruz ki TV reklamlarındaki, gazete ilanlarındaki evler birer mimari obje olarak değil, birer “representation” olarak pazarlanıyor bize. Hangi köprüye, hangi havaalanına kaç dakika uzaklıkta yer aldığıyla ve içindeki 3D ailelerin hayaletimsi görüntüleriyle süzüldüğü bir kitle iletişim aracı olarak konuşuyorlar bizimle. Ama elimizdeki kitap, bu gündelik, sinir bozucu deneyimimizin altında yatan mimari ilişkileri kavramsal olarak daha yakından tanıma şansı sunuyor bize.
Kitabın bize sunduğu keyifli düşünsel yolculuğa getirilebilecek bir önemli eleştiri ise, tartıştığı kavramların (kitle kültürü, kitle iletişim aracı ve üretim gibi kavramlar başta olmak üzere) sosyal boyutunu es geçmesi. Kitapta Colomina’nın sık sık başvurduğu kişilerden biri Walter Benjamin, ama ondan ödünç aldığı kavramlardaki Marksist boyutları es geçiyor ve kitle kültürünü ve kitle iletişimini endüstriyel üretimin doğal bir çıktısı olarak alıyor ve bunun üzerinden ilerliyor. Bu bakış açısının kitabı light’laştırdığı öne sürülebilir; ama her durumda Mahremiyet ve Kamusallık derinlikli, keyifli bir okuma sunuyor.