Nilüfer Kuyaş, "İsyanımızın sineması", T24, 26 Mart 2015
Bu kitabın kendisi bir direniş. Feride Çiçekoğlu’nun kadife sesi, kadife kişiliği, ipek gibi direnme gücüyle, onun o eşsiz yumuşaklığıyla hem de.
Kitabın adı, Şehrin İtirazı. Alt başlığı, Gezi Direnişi Öncesi İstanbul Filmlerinde İsyan Eşiği. Metis Yayınları’ndan çıktı.
Bir paradigmanın yapısökümüne katılıyoruz kitapta. Erkek egemen, buyurgan, çıkarcı ve ezici bir siyasetin yapısökümüne, sanatsal ve fikirsel bir el veriş var. Şehirde olmanın, var olmanın yeni bir şeklini tasavvurda birleşiyoruz. Kitabın kendisi de bir isyan. Gezi olaylarına giden yolu, çok farklı bir açıdan yorumlayıp, onun mirasına sahip çıkarak, anlamlandırma girişimi. Üstelik kavramsal bir inceleme dilini, görsel bir dille, sinemayla bütünleştirerek aydınlatıyor yolumuzu. Kitap uzunluğunda deneme türünde, son zamanlarda okuduğum en güzel kitap.
Zeki Demirkubuz’un C Blok filminden Reha Erdem’in Hayat Var filmine kadar, Türk sinemasının son döneminden birçok filmin, şimdi geriye bakınca, Gezi direnişine yol açan öfke ve çaresizlik birikimini, şehirde yaşanan hayatlardaki çıkışsızlık ve yabancılaşma kıskacını nasıl etkili yansıttığını belgeliyor, bize “Hayır” demeyi öğreten deneyimlerin o filmlerde nasıl temsil edildiğini çözümlüyor, hatta neredeyse filmlerin Gezi isyanını adeta haber verdiğini gösteriyor Çiçekoğlu.
Giriştiği yorumlama çabası aynı zamanda yeni açılımlara yol açma eylemine dönüşmüş, öyle bir enerji tazeleme kitabı çıkmış ortaya. Otoriter, müdahaleci, kazanca esir olmuş, yapmak için yıkarken neyi yıktığının ve ne yaptığının bilincinde olmayan, kör bir “juggernaut” yani öğütücü bir makinenin karşısında bu kitap bir umut arayışı, yarın arayışı.
Gezi direnişini, onu yaratan koşulları ve bıraktığı birikimi, her birimizin yaşamından geniş bir zaman kesitini kapsayacak şekilde, bu güzellikte ve sadelikte anlamlandırması, daha da önemlisi değerlendirmesi (değer katması) en az Gezi direnişinin kendisi kadar teselli etti ruhumu, yaralarımı okşadı ve devam etme gücü verdi bana. Sadece zihin açıcı değil, iç ferahlatıcı bir kitap bu; melankolik ama sevinçli de aynı zamanda. Gezi’de yaşadığımız dayanışma sevincini tazeleyen bir bakışı var.
Gezi’nin sadece buz dağının ucu olduğu bir kentsel yıkım ve demokrasiyi hiçe sayma sürecini, bir yaşama deneyimini, Türkiye’yi, İstanbul’u, son yirmi yılımızı, geçirdiğimiz dönüşümü, kaybettiklerimizi, böylesine güzel özetleyen, har kavşaktan anı, görüntü, fikir ve ilham derleyen, kendisi bir özgürlük meydanı bu kitabın.
Çok basit gibi görünen zor bir şeyi yapmış yazar. Sinemanın dilini ve bakışını, yaratıcı bir şekilde seferber edip, kavramsal bir çerçeveyle örtüştürüyor. Şehir kültürü üzerine üretilmiş önemli düşünceleri, kilometre taşı gibi önümüze koyuyor.
Çünkü hayal gücümüzü harekete geçirip, serbest bırakıyor; ortak olanla kişisel olanı öyle derinden kavrıyor ki, sinemanın dilini o kadar iyi tanıyor ki, sadece bu insanın, Feride Çiçekoğlu’nun sahip olduğu birikim ve yetenek bizdeki kıvılcımları böylesine harekete geçirebilirdi, ondan başkası yazamazdı bu kitabı.
Aşikâr bir şey söylüyorum gibi duruyor, her kitabı sadece o kişi yazabilirdi elbette, ama burada asıl söylemek istediğim şey, kendi birikimini ve hayal gücünü, ortak bir aydınlanmanın hizmetine sunmak, şaman gibi.
Yazarın bakışı da bir kamera olmuş. Ama elimize eleştirel araçlar veren, bizi de yapabilir kılan bir kamera, yaşadıklarımızı kendi sinemamız gibi yeniden kurgulama yeteneği kazandıran bir kamera bakışı bu; edilgen okurlar değiliz, biz de katılıyoruz kitaba, kendimiz yazıyormuşuz gibi. Ne eksiği var ne fazlası.
Kitabın kendisi bir zihinsel yolculuk, biricik bir sanat eseri. Feride’nin anlatıcı/ kahraman olduğu yarı belgesel, yarı konulu bir filme dönüştürebilmek isterdim bu kitabı. Sinemacı olsam, hiç vakit kaybetmeden yapardım bunu.
Çok basit gibi görünen zor bir şeyi yapmış yazar. Sinemanın dilini ve bakışını, yaratıcı bir şekilde seferber edip, kavramsal bir çerçeveyle örtüştürüyor. Şehir kültürü üzerine üretilmiş önemli düşünceleri, kilometre taşı gibi önümüze koyuyor. David Harvey’den Manuel Castells’e, Henri Lefebvre’den Pascal Bonitzer’e kadar çeşitli teorisyenlerin görüşlerini ele almış.
(Şehrin İtirazı) yaşadığımız mekânları “hiçbir yer” haline getiren süreçlere ve deneyimlere ışık tutuyor; bizleri “hiçbir kimse” haline getiren baskıları, şiddeti, açmazları bir güzel aydınlatıyor.
Bu incelemeleri son derece canlı, elle tutulur, seziyle beslenmiş yaklaşımıyla, gayet kolay anlaşılır hale getiriyor; kavramları ve filmleri, kendiniz yaratmış kadar rahatlıkla sahipleniyorsunuz. Cinsiyet, para, iktidar, kültür ve dil üzerinden bir güzel harmanlıyor hepsini. Yaşadığımız mekânları “hiçbir yer” haline getiren süreçlere ve deneyimlere ışık tutuyor; bizleri “hiçbir kimse” haline getiren baskıları, şiddeti, açmazları bir güzel aydınlatıyor.
Sonra da, hem şehrin– ortak yaşamın– hem kendimizin– bireysel deneyimin– yeniden bir yüz edinmek, kimliğimizi tekrar kazanmak için yaptığımız mücadeleye ve benzer mücadelelerin tarihine bakıyor. Yenilgilerimizi diziyor, kazançlarımızı hatırlatıyor; kaçmak, korkmak, sinmek yerine çok ender de olsa durup direnmek, isyan etmek eşiğine nasıl geldiğimizi ve neleri göze aldığımızı kayda geçiriyor.
Sinemanın bunları nasıl yorumladığına bakarak, kendi yorumunu bir katman daha derinleştiriyor; sonuçta, kendi hikâyemizi daha iyi anlamak için araçlar kazandırıyor bize ve hikâyemizi dillendirmek için gereken noktaya taşıyor bizi. Sanki terapiste gitmişiz, bir anlamlandırma ve aydınlanma uyanışı yaşamışız duygusuyla ayrılıyoruz kitaptan. Böyle iyileştirici, terapötik bir yanı da var kitabın.
Baudelaire, Benjamin ve Gezi
Çiçekoğlu, derin bağlantıları, çok yalın ve güzel toparlamış, 130 sayfada resimli roman halindeyiz. Gönderme yaptığı filmlerden karelerle örüyor görüşlerini. Kitabın görsel malzemesi, metnin çok organik bir parçası olmuş.
Bu kitap bir üniversite dersine de, bir seminer dizisine de dönüşebilir, tiyatro da olabilir, sadece sinema değil. Zihin ve ruh aynasında ustaca bir sahneleme var; yazarın sinemacı olması burada önemli tabii; Vesikalı Şehir kitabında da, şehirde kadın olmanın, kadın imgelerinin yapısökümünü sunmuştu okura.
Büyük şehirde yaşamanın, rant ve çıkar saldırısına karşı ayakta kalmaya çalışmanın, toplumsal baskılara rağmen hayata tutunma çabasının, 2000’li yıllarda çekilen birçok Türk filminde hangi simgelerle, ne tür araçlarla yansıtıldığını bize göstererek, Çiçekoğlu bazı şeylerin daha iyi farkına varmamızı sağlıyor; sanki bu filmler Gezi direnişine giden yolu belgelemişler gibi, yahut isyanı önceden haber vermişler gibi bir duyguya kapılıyoruz.
Bir kurgu ustasını okuyoruz. Fikirler, kavramlar ve duygular, hepsi başrolde. Entelektüel veya duygusal diye bir ayrımı ve hiyerarşisi yok kitabın. O anlamda tamamen kadınsı, bilgi üzerinden iktidar ve şiddet kullanmıyor, bütüncül yani organik bir kitap. O yüzden deneme türünü çağdaş sanatla buluşturuyor, akademik dilin sıkıcılığından çok uzak.
1968 Paris ayaklanması ve Godard’ın sineması, 1960’ların dönüşen İtalya’sı ve Antonioni sineması, İstanbul, Türkiye, 2000’ler ve yeni Türk sinemasından örneklerle, 2013 Gezi’ye geliyoruz. Bu bağlantıları örerek, çok evrensel ve zihin açıcı bir yapısı var kitabın. Şu anda, şurada hayatta olmanın, dünyada olmanın nasıl bir şey olduğunu duyumsatmak açısından çok güzel bir kitap.
1968 Mayıs’ında Paris’te meydana gelen ayaklanmayla 2013 Mayıs sonunda İstanbul’da başlayan ayaklanma arasında gerçekten önemli benzerliklere işaret ediyor Çiçekoğlu. Örneğin, sinemada bir ruh halinin nasıl yansıdığı, sanki bir hazırlık gibi; bu bile etkisini güçlendirip, önemini artırıyor kitabın. Temel aldığı erkek- kadın ekseni de öyle. Fakat öncelikle, bu hazırlık gibi dediğim konuyu biraz açayım.
Başta da söylediğim gibi, büyük şehirde yaşamanın, rant ve çıkar saldırısına karşı ayakta kalmaya çalışmanın, toplumsal baskılara rağmen hayata tutunma çabasının, 2000’li yıllarda çekilen birçok Türk filminde hangi simgelerle, ne tür araçlarla yansıtıldığını bize göstererek, Çiçekoğlu bazı şeylerin daha iyi farkına varmamızı sağlıyor; sanki bu filmler Gezi direnişine giden yolu belgelemişler gibi, yahut isyanı önceden haber vermişler gibi bir duyguya kapılıyoruz, yani bir bakıma yaşadıklarımızı anlamlandırıyoruz.
Gerçekliğin çok yoğunlaştığı anlarda, hayat kendi filmini çekiyor sanki. Bunun bir de fikirsel planı var, özümseyişimizle ilgili. Sanat (mesela sinema) yahut felsefe bazen hayatın akışına yön de verebiliyor, salt yansıtmanın ötesinde.
Fakat Çiçekoğlu’nun bize gösterdiği daha da önemli bir şey var: sanat nasıl garip şekilde hayatı etkileyebiliyorsa, bazen hayat da sanatın önüne geçebiliyor. Sanat hayatı taklit ederken, hayat da sanatı taklit ediyor, hatta daha ilerisine gidebiliyor.
Sinemanın hayata bakışındaki seçicilik nasıl ki ikonografik imgeler ve anlar yaratıyorsa, hayat da bazen sinemaya dönüşmüş gibi ikonografik görüntüler ve deneyimler yaşatabiliyor insana. Gerçekliğin çok yoğunlaştığı anlarda, hayat kendi filmini çekiyor sanki. Bunun bir de fikirsel planı var, özümseyişimizle ilgili. Sanat (mesela sinema) yahut felsefe bazen hayatın akışına yön de verebiliyor, salt yansıtmanın ötesinde. Çiçekoğlu’nun çağdaş kentleşmeyle ilgili değindiği teori kitaplarının birçoğu, büyük kent ayaklanmalarının yolunu döşemiş sanki.
“Aydınlanma” dediğimiz düşünce ve sanat akımı olmasa Fransız Devrimi’ni çok farklı görecektik; ölçek aynı olmasa da, Godard’ın 1963- 1967 arasında yaptığı üç filmi izleyince (Çiçekoğlu bunları da karelerle sergiliyor bize) Mayıs 68 olaylarını sanki önceden tahmin etmiş demekten kendimizi alamıyoruz. Sonra da, Türkiye’de çekilen filmlere bakınca, Gezi direnişini çok farklı gözle görmeye başlıyoruz, çünkü aynı şekilde, olayları önceden haber verme tadını buluyoruz bu filmlerde. Neden- sonuç ilişkisi gibi değil de, daha çok bir organik etkileşim bu. Bir dönemin ruh halinin sanatta nasıl somutlaştığının bir örneği belki.
Öte yandan, hayatın, çok yoğunlaşınca, sanatın da ötesine giderek kendisinin ikonografik görüntüler yaratması da buna bağlı ve bizi aynı zamanda hem Gezi’nin özüne, hem de kitaptaki kadın- erkek eksenine getiriyor.
Gezi’nin ikonografik görüntü bolluğunda, kadın imgesi çok ön plandaydı, çünkü kadınlar ön plandaydı. Çiçekoğlu da bunu vurguluyor.
Kitabın “Vinçler Şehri” adını verdiği ilk bölümünde, sinema-şehir- baskı-kuşatılmışlık-yabancılaşma- isyan dizgesini ele almış. “Şehir Sıkıntısı” dediği ikinci bölümde, gene Paris’i örnek alarak, Baudelaire’in melankoliyi nasıl yeniden icat edip modernliğe yeni bakış getirdiğini, sonradan Walter Benjamin’in Paris ve Baudelaire çalışmalarıyla nasıl bunu bir adım daha ileriye götürdüğünü, yorum gücü kattığını, çok güzel özetlemiş Çiçekoğlu. Kendisi de İstanbul şehrini ve insan hareketlerini neredeyse yeni bir Benjamin gibi yapısökümden geçiriyor, ayıklıyor ve aydınlatıyor.
Kadın farkı
Beslenmede nasıl organik olmayı öğrendiysek, düşünce ve analizde de organik olmayı öğreniyoruz. Eskiden “diyalektik” dediğimiz yöntem bunun yanında çok kuru kalıyor. Kadın duyarlılığı artık evrensel bir değere dönüşüyor.
“Erkekler Şehri” adlı son bölümde, kadın imgesine getiriyor bizi yazar. Ama bir önemli farkla. Antonioni veya Godard gibi, yahut Reha Erdem, Tayfun Pirselimoğlu gibi, çoğu erkek olan sinema yönetmenlerinin, ayrıca gene çoğu erkek yorumcuların ve sanatçıların, çıkışsızlığı nasıl kadın figürü üzerinden görselleştirdiğini ve kurguladığını biliyoruz; ama Gezi’de bizzat hayatın kendi yarattığı bir sinema sözkonusu ve burada erkek bakışı yok, tıpkı direnişin belirgin bir lideri olmaması gibi. “İstanbul- Açık Şehir” de diyebilirdik. Burada, kadınlar kendi doğallıklarıyla, gelişen bilinçleriyle ve cesaretleriyle öne çıktılar, dolayısıyla gerçek bir eşitlik yarattılar. Hatta, eşitliği gerçekleştirdiler diyebiliriz.
Fakat daha da önemli fark, hayatı algılayışta. Öteden beri kadına özgü olduğu düşünülüp, erkek bakışıyla sinemada ve sanatta araçsallaştırılan bir yaklaşım, burada kitabın, kitaptaki bakışın ta kendisi. Yani, zihinle duyguyu birbirinden kopartmadan, somut, elle tutulur, duyulara da önem veren, analiz kadar sezgiyi de öne çıkaran bir düşünme ve davranma tarzı sözkonusu.
Bu kadınsı tarz da zaten artık kadın- erkek herkese malolan ya da malolması gereken bir bakış. Beslenmede nasıl organik olmayı öğrendiysek, düşünce ve analizde de organik olmayı öğreniyoruz. Eskiden “diyalektik” dediğimiz yöntem bunun yanında çok kuru kalıyor. Saf entelektüel, analitik, erkeksi, duyguları bir yana atmak değil, felsefeyi ve yöntemi bile hayatın içinde kılmak– ancak bu şekilde baskıcı otoritenin ve sermayenin yabancılaştırıcı şiddetine karşı konabilir. Kadın duyarlılığı artık evrensel bir değere dönüşüyor burada.
Çiçekoğlu, erkek bakışının kamerada hâkim olduğu “optik” (görsel) olandan, çok daha kadınsı özellikte, “haptic” (dokunulabilir) olana bir geçiş diye yorumlamış bu dönüşümü. O anda da, biber gazına yahut basınçlı suya karşı iddiasız, neredeyse şiddetten arınmış, doğal duruşuyla kadınların direnmesi, kırılganlığı ve direnci birleştiren konumu, herkes için geçerli ve arzu edilir bir duruşa, bir ideale dönüşüyor.
Üstelik bunu ne bir erkeğin, ne de başka kimsenin bakışıyla görüyoruz, hayat kendiliğinden sunuyor. Bunlar hepimizin görüp hissettiğimiz şeyler belki, ama Çiçekoğlu bunu daha net görmek ve yorumlamak açısından etkileyici bir çerçeve, keskin bir yaklaşım kurmuş. Sadece, sözünü ettiği Türk filmlerinden yalnız bir tekinin kadın yönetmen elinden çıkmış olması da ilginç; kendisi buna değinmiyor.
Zamanın ve mekânın fay hatları
Aynı şekilde, zaman ve mekân algılamasında da önemli bir kırılmayı kavramsallaştırıyor Çiçekoğlu. Hiçbir yer haline gelen kimliksiz kent mekânlarına yeniden yaşayan, sevilebilir bir yüz kazandırma çabasını, zamana bağlıyor mesela.
Sanki kara büyü bozuluyor; onun yerine, iyi olan büyü, yani sihir geri dönüyor hayatımıza; paylaşmanın sihri. Gezi tam böyleydi. Çiçekoğlu’nun kitabı da öyle.
Çünkü aynı acımasız uygulamaların, hayatı normalde deneyimlediğimiz yekpare zaman algısını da kırdığı, parçaladığı, anılarımızı yok ettiği, aileleri ve hayatları darmadağın ettiği ortada; yaşantımızda açılan bu zamansal fay hatlarını, ilişki kurmakta ve insanca yaşamakta zorlandığımız noktaya getirip bağlıyor Çiçekoğlu; dolayısıyla da zaman ve mekân eksenli, bu ikisinin birleştiği bir yorum ve iyileştirme eylemini yapılabilir kılıyor. Çocukluğumuzdaki oyun gibi, sanki baskıcı otorite “tıp” demiş, hepimiz bir yerde donmuşuz ve kıpırdayamıyorken, bu yorumla zaman yine bizimle birlikte akabilir ve biz de yeniden hareket edebilir hale geliyoruz; Gezi direnişini böyle ele alıyor ve hayatımızdaki uzantılarını canlı tutmaya çalışıyor.
Sanki kara büyü bozuluyor; onun yerine, iyi olan büyü, yani sihir geri dönüyor hayatımıza; paylaşmanın sihri. Gezi tam böyleydi. Çiçekoğlu’nun kitabı da öyle.
Yazar bir yandan da, talan edilen, yıkılan Fenerbahçe semtinin kendi hayatında açtığı yaraları okurla paylaşarak, kişisel hikâyesini de katmış anlatıya. Laleper Aytek, fotoğrafçı olarak yazara eşlik etmiş burada. Yaşamın içinde, nabzı atan, dünyaya açık, nefes alan bir kitap çıkmış ortaya.
Kadınsı entelektüel çaba, böyle bir şey. Bilgisiyle ezmeyen, iddia etmeyen, hayatla iç içe, hiyerarşi olmadan da düşünce ve eylem üretilebileceğinin kanıtı. Tıpkı Gezi’nin kendisi gibi.
Feride Çiçekoğlu’nun sinemacı ve yazar olması bu kitabı açıklamaya yetmiyor. Adeta kamufle bir otobiyografi. Hepimizin otobiyografisiyle kesişiyor.
İtiraz, rıza ile aynı kökten bir kelime; rızamız olmadan bir şey yapıldığında, şiddete uğruyoruz demektir. Bir insan hakkı olan “şehir hakkı” ihlal edilince de, şiddetin hedefiyiz. Belli bir tahammül çizgisi aşıldığında, itiraz başlıyor. Yani burada bir isyan eşiği sözkonusu. Ama Çiçekoğlu bu yolla hayatın bütün eşik deneyimlerine bir gönderme yapmış. Her tür dönüşümü açıklayıcı bir yöntem veriyor elimize.
Bazı yerlere sadece bazı rehberler götürebilir bizi. Bazı farkındalıkları bir tek o kişiyle kazanabiliriz. Sanat düzeyine çıktığında, bir tek deneme türü bazı şeyleri yapabilir; ne roman, ne sinema, ne enstalasyon, ne de müzik. Bu kitap aynı zamanda bunların hepsi, çünkü hepsine yol açıyor, hepsinin birikimi kesişiyor aynı kavşakta.
2015’in bütün deneme ödüllerini bu kitaba veriyorum. Yazarı biraz tanıdığım, arkadaşım olduğu ve tam da şu sıralar hayatıma geri döndüğü için biraz kişisel yazıyorum. Onu hiç tanımasam, bu kadın kim diye derhal tanışmak isterdim. Belki şimdi, bu kitap sayesinde, yeniden tanıyacağım, şanslıyım.
Feride Çiçekoğlu’nun sinemacı ve yazar olması bu kitabı açıklamaya yetmiyor. Daha derin bir yerden yazılmış çünkü. Adeta kamufle bir otobiyografi. Hepimizin otobiyografisiyle kesişiyor. Şanslıyız.