Giriş bölümünden, Sunarken, s. 13-16
Bu kitabı yazmak bir bakıma, son on beş yıldır özellikle insan hakları alanındaki tecrübelerimi kadın hakları açısından Türkçe olarak okurla paylaşmak isteğimden kaynaklanmıştır. Ancak bunun da ötesinde beni asıl harekete geçiren güç, kadına şiddet konusunun toplumumuzda ve dünyanın pek çok yerinde artık bir siyasa konusu haline gelmiş olmasına rağmen, bir sorun olarak artarak devam ediyor olması ve her gün gazetelerde yer alan, sırf kadın olduğu için öldürülen kadınlarla ilgili haberler karşısında duyduğum öfkedir. Hele de “cennet analarımızın ayaklarının altındadır” gibi, ana olarak da olsa kadının yüceltildiği ve “kadınlarımız” diye başlayan övgü dolu söylemlere karşılık, kadının toplumda sürekli ikincilleştirilmesi ve ayrımcı muameleye tabi tutulmasının yarattığı çelişki ve ikiyüzlülük karşısında bu kitabı yazmak kaçınılmaz oldu.
John Stuart Mill, 1869 yılında kaleme aldığı Kadının Boyun Eğdirilmesi (The Subjection of Women) adlı eserinde, kadınların doğal meslekleri sayılan evle ve aileyle ilgili görevlerini ifa etmeye mi zorlanacaklarını, yoksa özel ve kamusal alanlarda erkeklerin eşit partneri mi sayılacaklarını sormuştur. Bu sorunun, 145 yıl sonra hâlâ bir sorun olarak kamuoyu tartışmalarını işgal ediyor olması güncel olaylar karşısında duyduğum öfkeyi daha da derinleştiriyor. Tabii ki hikâye burada bitmiyor; öfkenin pozitif bir enerjiye dönüşeceğine inanmak için de yeterince nedenimiz var. Görünen o ki dünyanın her köşesinde pek çok kadın, bedeli ne olursa olsun artık kaderlerine boyun eğmeye razı değiller.
Evrensel insan hakları paradigmasının, kadınların, küresel bir güce dönüşen hak mücadeleleri sayesinde yeniden yorumlanmasıyla, kadın haklarına ilişkin kapsamlı bir uluslararası rejimin geliştirilmesi mümkün olmuştur. Böylece kadınların devlet-dışı aktörlerin elinde, kapalı kapılar ardında gördükleri pek çok kötü muamelenin de bir insan hakkı ihlali olduğu artık kabul edilmiş ve özel yaşamın gizliliği zırhı altında meydana gelen hak ihlalleri sorgulanır hale gelmiştir.
Türkiye’de de kadın hareketinin ısrarlı çabaları ve devletin, özellikle CEDAW Sözleşmesi’nden kaynaklanan uluslararası yükümlülükleri çerçevesinde, kadına şiddetle mücadelede büyük bir aşama kaydedilmiştir. Yakın zamana kadar reddiyeci bir tepkiyle karşılanan kadına şiddetle mücadele olgusu, bugün artık devletin politika ve uygulamalarının gündeminde yer almaktadır. Bununla birlikte en yetkin kişilerin cinsiyetçi söylemlerinin kamuoyunda yer alması ve aile içinde ve dışında kadına yönelik ataerkil baskı ve şiddet ile ilgili bütüncül bir anlayışa dayalı politikaların üretilememiş olması, uygulamanın da bölük pörçük ve etkisiz olmasına neden olmakta ve şiddet artarak egemen hale gelmektedir.
Kadın hakları konusunda yakın tarihte elde edilen ulusal ve uluslararası kazanımlar yerelden küresele yükselen kadın hareketinin bir başarısıdır. Kadınlar homojen bir grup olmasalar da evrensel ataerkil kültürden kaynaklanan ayrımcılık ve baskı gerçekliği karşısında ortak bir mücadele alanı etrafında harekete geçebilmektedirler. Böylece kadınların bireysel ve kitlesel olarak sürdürdükleri hak arama mücadelesi günümüzün en etkili küresel hareketi haline gelmiştir. Bu hareket başlangıçta erkeklerle eşitlenme çabası olarak ortaya çıkmışsa da zaman içinde kadınlar arasındaki farklılıkların önplana çıkmasıyla, kadın kimliğinin homojenleştirilemeyecek kadar karmaşık bir yapıya sahip olduğu gerçeği uluslararası kadın-erkek eşitliğine dair normatif çerçevenin çeşitlenmesine, feminist kuram ve pratiğin üstesinden gelmesi gereken yeni tartışmaların gündeme gelmesine yol açmıştır.
Sınır Tanımayan Şiddet, kadın haklarına ilişkin kavramsal tartışmaları, kuramsal düzeyde ve siyasa alanında elde edilen kazanımları ele aldığı gibi, üstesinden gelinmesi gereken sorunlara da odaklanıyor. Kitabın yeni kuşak feministlerin ve sosyal bilimcilerin bu alandaki çalışmalarını daha ileri bir düzeye taşımaya özendireceğini umuyorum. Zira kadının eşitlik ve hak mücadelesinde henüz yolun başındayız. Gerek Türkiye’de gerekse dünyada kadın hareketinin kazandığı çeşitlilik ve geldiği başarılı noktaya rağmen neoliberal dünyada, evrensel ataerkil kültür ve cinsiyet yapılanması –kimi yerde ehlileşmiş kimi yerde katı biçimlerde– hegemonyasını sürdürüyor, cinsiyet ayrımcılığını yeniden üretmeye devam ediyor, şiddet sınır tanımaz bir biçimde yaygınlaşıyor.
Eşitlikçi cinsiyet rejiminin ya da sözleşmesinin inşası, evrensel ataerkil kültürden kopmalarla gerçekleşecektir. Bütün kadın grupları için hâlâ ortak olan bu mücadele için, araştırmaya dayalı bilgiyle yönlendirildiği oranda, isabetli strateji ve vizyon geliştirmek mümkün olacaktır.
Birinci Bölüm’de konuyla ilgili bilgi ve tecrübemi özlü biçimde anlattım. Burada kısaca belirtmek gerekirse, benim genel olarak kadın hakları ve özel olarak da kadına şiddet konusundaki tecrübem, akademik çalışmalarımın yanı sıra uluslararası insan hakları sisteminde üstlendiğim görevlere dayanmaktadır. Bu bağlamda özellikle 2003 ile 2009 yılları arasında yürüttüğüm Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü görevim önem taşıyor. Raportör olarak konuyla ilgili tematik raporlar hazırlayarak kuramsal konulara eğildiğim gibi, ülke ziyaretleriyle de hem kadınların farklı koşullarda somut yaşam pratiklerini hem de devletlerin kadın haklarına ilişkin yaklaşımlarını yakından izleme imkânı buldum. İkinci Bölüm’de bu ülke ziyaretlerini aktardım. Bu kitaptaki kuramsal bakış açım bu tecrübeler ve konuyla ilgili başka yazarların değerli eserlerinden edindiğim birikimin bir ürünüdür.
Bu kitaptaki tüm yetersizlikler kuşkusuz bana aittir. Ancak burada kitabın hazırlanması sürecinde bazı rapor ve belgeleri İngilizceden Türkçeye tercüme eden Işık Teziç’e ve kavramsal tartışmalara katkı sağlayan Prof. Korkut A. Ertürk’e teşekkür borçluyum. Dr. Pınar Öktem ve Yar. Doç. Dr. Ceyda Kuloğlu –eski öğrencilerim ve yeni meslektaşlarım– kitabı baştan sona okudular ve değerli görüşlerini benimle paylaştılar. Pınar titiz bir çalışmayla gerek dil kullanımı açısından düzeltmeler yaparak, gerekse içerik açısından kritik sorular yönelterek kitabın akıcılık ve iç tutarlılık kazanmasını sağladı; Ceyda ise isim arayışında Sınır Tanımayan Şiddet ile son noktayı koydu. İkisine de sonsuz teşekkürler. Son olarak beni Metis Yayınları’yla tanıştıran sevgili dostum, değerli avukat ve aktivist Canan Arın’a minnettarım; kitabın doğru ellerde hayat bulmasına vesile oldu.
Yakın Ertürk
Ankara, Aralık 2014