| ISBN13 978-975-342-983-2 | 13x19,5 cm, 204 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Emek Erez, "Kendine ait bir yaşamın mümkünlüğü üzerine", Edebiyat Haber, 4 Şubat 2015 Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Mutluluklarımız, mutsuzluklarımız ne kadar kendimizle ilgili, mutlu olduğumuzu düşündüğümüz anların belirleyicisi biz miyiz? Yoksa mutluluğumuz ile ilgili kararımızı başkalarının bakış açılarına göre mi veriyoruz? Yaşama dar bir pencereden bakıp, kendi hayatımızla ilgili ve gerçekten kendimizle ilgili olan şeyleri kaçırıyor muyuz? En önemlisi kendi benliğimizin ne kadar farkındayız ya da ne kadar kendimiz olarak yaşıyoruz? Bu soruları sormaya sebep bir kitap, Marion Milner’in Kendine Ait Bir Hayat adlı kitabı. Geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları tarafından, Aslı Biçen çevrisi ile basılan metin, Milner’in bir anlamda kendisiyle yüzleşme deneyimi olarak karşımıza çıkıyor ve yazarın tecrübelerinden, kendi yaşamımıza dair, pek çok sorgulamayla bizi baş başa bırakıyor. Marion Milner, yirmi altı yaşındayken kişisel bir deneye girişiyor. Bir günlük tutuyor ve kendisini mutlu eden şeyleri yazmaya başlıyor. Bazen sıkılıp vazgeçiyor, bazen çok istekli bir şekilde bu deneyi gerçekleştirmeye çabalıyor. Ve en sonunda yazdıkları sonucunda Kendine Ait Bir Hayat ortaya çıkarıyor. Yaşamın hepimiz için birileri tarafından çizilmiş, neredeyse dümdüz ilerleyen bir seyri var. Milner içinde aynı şey geçerli; iş yaşamı, öylesine sürüp giden arkadaşlıklar, bu gün ne giyeceğim? Şu konuda yanlış bir şey söylediğimde ne olur? Başkaları benim hakkımda ne düşünür? Arkadaşlarımı ne kadar seviyorum? Mutluyum dediğimde ne kadar mutluyum? Bu soruları arttırabiliriz. Yazarın anlatımıyla; “Yarı rüyada gibi gündelik işlerimin peşinden koşturuyorum, bazen hoşnutsuz olsam da sebebini bulmaya çalışmıyorum. Her şeyi ‘elimden geldiğince’ iyi yapıyorum, nadiren ileriye bakıyorum, olmasını istediğim şeyler hayal ettiğim bir oyun gibi, ama asla onları nasıl gerçekleştireceğimi ciddi ciddi düşünmüyorum.” Bahsettiğimiz tüm soruları içeren bu cümleler belki de yazarın çıkış noktası. Her şeyi düşünüyoruz, herkesi, “elimizden geldiğince” her şeyi en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz. Ancak bu gündelik edimler, bizden beklenenler, bizimle ya da bizim kendi mutluluğumuzla direkt ilgili olan şeyler değil. Belki şöyle tanımlanabilecek bir durum; başkaları tarafından belirlenmiş yaşamımızın, bizim üzerimizde kurduğu, bizi mutlu etmeyen iktidarı. Bir insan "Kendine Ait Bir Hayat” oluşturma çabasına girdiğinde elbette bocalayacaktır. Baştan beri anlatmaya çalıştığımız gibi, yaşamın belirleyicisi kendimiz olamadığımız için hep başkaları, başka fikirler, başka görüşler aklımızı çelecektir. Milner, günlük tutmaya başlıyor ve herkesin başlangıçta aklına geleceği gibi çeşitli bilimsel kitapların kendisine yararı olabileceğini düşünüyor. Ancak görüyor ki yaşamı sistematik bir algıyla tanımlayan, arzuyu, mutluluğu kesin formüllere döken, genellemelerde bulunan, insanın manevi yönünü görmeyen bu kitaplar, insanın şahsi yanıyla ilgili veriler sunmuyor. Çünkü insan ne üzerinde oynanabilecek bir nesne ne de kesin verilerle, sayılarla açıklanabilecek bir varlık. Tam tersine insan olabildiğince değişken duygu durumlarına sahip, bir gün iyi gördüğünü ertesi gün öteleyebilen, bazen çok seven, bazen aynı durumda nefret edebilen çoklu bir varlık durumunun ifadesi. Ve yazar bu nedenle kendi tabiriyle “bilimin dışına çıkıyor” çünkü yine Milner’in cümleleriyle bilimin insan karşısındaki durumu aslında tam da şöyle; “Bilimin bireylerle değil, sadece numunelerle ilgilendiğini okuduğumda, aradığım şeyi neden bilimde bulamadığımı anladım. …Başıma gelen herhangi bir şeyi bilim terimleriyle düşündüğümde, onu parçalara ayırmak ve başkalarıyla ortak özelliklerini dikkate almak durumunda kalıyordum, bu yüzden de bir bütün olarak sahip olduğu eşsiz niteliği, geniş algıda bana büyük keyif veren; ‘kendinde-şeyliği’ kaybediyordu. …Bilim sadece nesneler hakkında konuşabiliyordu.” Bilim sadece nesneler hakkında konuşurken, insan hakkında konuşması da onu nesneleştirmesine sebep oluyordu. Ve yazarın oldukça iyi tespit ettiği gibi; bu nedenle bilim insanı anlamaktan, onun ruh halini bilmekten, iç dünyasını anlamaktan yoksundu. İnsan bilim kategorilerinin dışında, karmaşık bir varlıktı. Milner, kendi içinde yaşadıklarını, kendisi ile ilgili hesaplaşmalarını sorgularken, bu durumu daha iyi anlamıştı. Yazar, kendini gözlemleyerek çıktığı yedi yıllık yolculuk sonunda, elde ettiği kazanımlara geri dönüp baktığında; tecrübelerini incelediğinde farklı, incelemediğinde farklı şeylerden mutlu olduğuna karar veriyor. Ve ayırt ediyor ki daha önce mutluluk olarak algıladığı şeyler, örneğin; “iyi vakit geçirmek” aslında zannettiği gibi bir mutluluk sağlamıyor. Farkına vardığı bazı mutluluk anları, öyle zannettiği gibi büyük şeylerle ilgili değil. Hatta bazen çok sıradan, en önemsiz durumlar bile eskiden “güzel vakit geçirmek” olarak algıladığı şeylerden daha çok mutlu ediyor. Bu durum isteklerini de farklılaştırıyor. Onun istekleri artık “körlemesine” yaşadığı zamanlardaki gibi onu oradan oraya savuran, daha çok dış nedenlerden beslenen durumlar değil, içinden daha derinden gelen şeyler olarak karşısına çıkıyor. Ayrıca yaşadığı kendi içine dönme ve mutluluğu arama deneyiminin yazara kazandırdığı en önemli şey mutluluğun sanıldığı gibi gerekçelere ihtiyacı olmadığı. Ve mutluluk ile hazzın aynı anlama gelmediği çünkü mutluğu bulmak hazdan farklı olarak, onu kaybetmenin acısını da içeriyor. Milner, mutluluğunun peşine düşüyor, kendi yaşamı üzerinden bir deneye girişiyor. Bakınca bu psikanalitik bir deneyim olarak da algılanabilir. Ancak yazar, psikanalistik terimlerden bilinçli olarak uzak durduğunu belirtiyor. Çünkü herkesin kullanabileceği kişisel bir yöntem bulabilir miyim? Gibi bir derdi var. Kendi ifadesiyle; “İnsanların kendini hasta hissetmeyeceği bir yöntem” Sanırım kitap ile ilgili eleştirilerden Welfare and Personel Management dergisinde çıkan, “Yayın Kurulu” başlıklı yazı, bu metne yönelik katılabileceğimiz eleştirilerden; “Bu özel hayatlar çağında pek azımızın kendine ait hayatları var. Popüler filmler ya da çok satan romanlar için emsal oluşturmayan hayatlar ekonomik sistemin makinesi tarafından işgal ediliyor. Zamanımızın temel sorunlarından biri bu alanı tekrar ele geçirmek.” Marion Milner, kendisini gözlemleyerek, kendi özel alanını tekrar ele geçirmiş görünüyor, ne dersiniz? Özel alanlarımızı geri almaya kendimizle yüzleşmeye var mıyız? |