Mecit Ünal, "Entelektüel mesafenin yıkılması...", Aydınlık Kitap Eki, 12 Aralık Cuma
İşçi semtlerinde sabah erken olur. Çocukluğumun geçtiği gecekondu mahallesinde de sabah erken olurdu. Şehrin iki en önemli merkezine kalkan otobüslerin, minibüslerin geçtiği cadde ve sokaklar daha gün aydınlanmadan büyük-küçük, kadın-erkek işçilerle dolar taşar, şehrin dışını içine taşıyıp dururdu. Orhan Kemal’in konusu İstanbul’da geçen romanlarında okuduğumuz sahneler gerçekleşirdi bu duraklarda, otobüslerde. Çoğu fabrikalarda, büyük atölyelerde, konfeksiyonda, inşaatlarda, temizlik işlerinde çalışırdı bu işçilerin. İçlerinde okulu bırakıp erken yaşta çalışmaya başlayan arkadaşlarımın da bulunduğu bir de çocuk işçiler vardı ki, benim de yaz tatillerinde katıldığım uykusuna doyamadan yollara düşen bu ordu daha çok küçük atölyelerde, tamirhanelerde ter dökerdi. O çocuk işlerin çoğu sonraları büyüyüp büyük fabrikalara yazıldılar. Kimi Almanya’ya gitti, oradaki işçi ordusuna katıldı. O mahalle bugün Anadolu’da ortalama bir şehir büyüklüğündeki nüfusuyla İstanbul’un tam ortasında kaldı ve arazisi öyle değerlendi ki, büyük şehir belediyesi bu değerli araziyi kentsel dönüşüm alanı ilan etti. Orhan Kemal’in evini geçindirmek için gecesini gündüzüne katarak yazdığı o romanlar da bugün üst üste yeni baskılar yapıyor, TV dizilerine konu ediliyor. Ancak, biz edebiyatla uğraşanlar unuttuk ne yazık ki işçileri. Birkaç fedakâr öykücü dışında –ki bunu daha önce de yazmıştım- işçilerle uğraşan, edebiyatın bu alanında eser veren kimse yok. Öykücü ve romancının çoğunluğu fantazyadan başka bir şey yazmıyor. Ne kişileri sahih, ne konusu gerçek roman ve öyküler bunlar! Kitapçı vitrinlerini piyasa araştırmasının sonuçlarına göre yazılan proje-romanlar dolduruyor. Şairler ise –yine pek azı dışında- hep zaten kendi kendileriyle meşgul.
Lezzetli Bir Edebi Tat
Ne var ki, edebiyatın el çektiği bu alanda çalışan araştırmacılar hiç de az değil ve gerçekten de hakkını vererek yapıyorlar bu işi. İşçinin Varlık Problemi, işte o araştırmacılardan birinin, Demet Ş. Dinler’in çalışması. Dinler, kâğıtlara kitaplara gömülerek yapmamış bu çalışmayı. Kendi doktorası çalışmasını yürütürken, uluslararası bir sendika konfederasyonunun kampanyasında çalışırken, doğrudan işçi örgütlenmesi yaparken, işçilerle ve onların liderleriyle ve sendikacılarla, tüccar ve fabrika sahipleriyle geçirdiği uzun zamanların sonucunda, akademik çalışmalarının dışında tek tek denemeler olarak ortaya çıkmış bu. Tartışmış onlarla. Etkilenmiş onlardan, ama etkilemiş de. Özellikle de işçiler ve liderleri söz konusu burada ki, bir akademisyenin bu sanını bir yana bırakarak yaklaşması nadirdir. Bizzat o alana giderek, o alanda çalışanların arasına girerek, onlarla yaşayarak, onları anlamaya çalışarak ve anlayarak yazması, İşçinin Varlık Problemi başlığı altındaki denemelerine lezzetli bir edebi tat da veriyor öte yandan.
Kadir bilirlikle kaleme alınmış bir teşekkür yazısından sonra kitabın oluşum sürecini de her bakımdan özetleyen bir giriş yazısıyla başlıyor bu edebi tat. Her cümlesi üzerinde özenle durulmuş, her sözcük özenle seçilmiş bir anlatı ve öyküleme düşünün...
Burjuvaziye En Büyük Tehdit
Dinler’in denemeleri tüm duygu ve düşünceleriyle erkek işçileri ele alıyor. Onların aile içindeki konumları, kendi aralarındaki ilişkiler, içinde yaşadıklara hayata karşı tutumları denemelerin belli başlı temaları. Dinler, -ilginç,- ele aldığı işçilerin neden pavyona gittikleri üzerinde de durmuş, gözlemledikleri üzerine kafa yormuş ve bunun “işçinin varlık problemi”yle olan bağlarını erkeklik durumu üzerinden ele alıp ortaya koymuş. Denemelerin “işçinin varlık sorunu” açısından üzerinde şekillendiği başlıca kesim, herkesin aklına en son gelecek olan geri dönüşüm/atık işçileri. Yani ekmeğini çöpten kazananlar! Dinler saha araştırması sırasında kargo işçileri arasında da çalışmış, onların direnişlerini yakından gözlemlemiş, grev veya direnişteki bir işçinin ailesi, yakınları ve mahallesindeki itibarının direnişin başarısı ve başarısızlığı durumun bağlı olarak nasıl sarsıldığı ya da düzeldiğine bizzat tanık olmuş, kitapta bu direnişin gözlemlerini de anlatan bir deneme bulunuyor, ancak asıl itibar kaybı veya kazanımı, ailesinin geçimini işte bu Atıktan sağlayanlar açısından kritik/endişe verici önemde.
Yazarın gözlemleri, geri dönüşüm işçilerinin kendi varlık sorunlarına nasıl baktıklarına ilişkin çok önemli veriler sağlıyor. Katığını atıktan çıkaran bu işçilerin bir de dergileri var: “Katık”. Bu işçiler “Katık”ta bu ve başka sorunlarını ele alıyorlar ve biz bu işçilerin yazılarından şunu anlıyoruz: “İşçilere sömürüldüklerinin söylenmesine gerek yok, bunu zaten bilirler. İşçiler için yeni olan sömürü dışında bir kadere sahip olabilecekleri fikridir” (27).
Öte yandan, işçilerin en alt tabakasını oluşturan, bir fabrika işçisine göre hatta işçi bile sayılmayan geri dönüşüm işçileri gerçekleştirdikleri bu yayın faaliyetiyle aslında şu en basit gerçeği de tekrar gösteriyorlar: “Burjuvaziye karşı en büyük tehdit işçiyle arasındaki entelektüel mesafenin yıkılması”dır (119).
Bu cümleden başlıyor aslında, kitabın dışına çıkarak söylemem gerekirse, “işçinin varlık problemi”. Edebiyatımızın, hadi biraz daha ileri giderek söylemek gerekirse, solun unuttuğu da işte budur asıl.
İktidarın Kendisini Örgütlemesi
Dinler, bize bunun gibi daha birçok gerçeği hatırlatırken edebiyat açısından verimli portreler de çiziyor. İşçi, örgütleyici, tüccar, esnaf vb. portrelerin tümü de her biri bir roman ya da öyküye kahraman olabilecek denli gerçek kişiler. Yazarın gözlem gücünün sonucu bu portreler ve yazarın gözlem gücü ve bunu yazıya döküşü hayranlık verici. Özellikle “Sendika Koltuğu” başlığı altındaki bölüm, değme öykücü ve romancıya taş çıkartır cinsten. Bu bölümde anlatılan Mahmut Başkan ve çevresindeki sendika yöneticilerinin portresinden Yıldırım Koç’un yazmakla bitiremediği sendikalarımızın içinde bulunduğu durumu çok daha net biçimde görebiliyoruz. Her alanda var olan o alana özgü iktidarın kendisini yukardan aşağıya her gün, her defasında kendi kendisini nasıl yeniden örgütlediğini de yazar bize yine Mahmut Başkan’la –bir kere daha- gösteriyor: “Her şeyin aynı kalması için her şeyin değişmesi” gerekir (75).
Kitabın bütününden ve “Doğulu İşçi Liderine Batılı Akademisyen’den Mektup” bölümünden, Demet Ş. Dinler’in işçiler ve onların sorunları üzerine bir akademisyenden bir aydından çok daha ilerde ve ötede bir tutumla, sınıfın bir mensubu gibi düşünüp davrandığını da görüyoruz ki, bu da, yaşamlarını işgüçlerini satarak yaşayanların davası için bir olanak.