Anıl Ceren Altunkanat, "Başlangıçta ölüm vardı ve sonra döngü tamamlandı", Edebiyat Haber, 25 Aralık 2013
Başlangıçta ölüm vardı. Ve bu, girdabına hepimizi çekecek o büyük ve yılgın devinimi başlatmak için yeterliydi. Başlangıçta ölüm vardı; sonra kösnül bir inilti duyuldu – Aşk.
Hep tekinsiz, hep yıkıcı; ne denli tutkuluysa o denli hüzünlü. Bir tehlike ünlemiyle anılıp bir vatan hasretiyle koşulan. Yaşamın matematiğine gelmiyor ama denklemlerle arası iyi. Bilinmeyeni çok; içine girince benliği de bilinmeze katan bir bataklık. İçinde çıkınca ben dediğinin bir kısmı – kimi tamamı – kalır sanki o bataklıkta; bir hüzün bataklığıdır aşk. Ve belki diriliş pınarı.
Mircea Eliade’nın (evet, “o” Eliade) Matmazel Christina’sında hüzün ve diriliş yan yanadır. Bir ölüdür Christina; kötü bir ünle yaşamış, trajik bir şekilde öldürülmüş – ama ölmemiş. Küçümseyici güzelliği, dayanılmaz cinsel cazibesi ve – küçük bir ayrıntı olarak – ölü olması… Evet, belki en çok ölü olması. Hakkında konuşulamayacak alana geçmiş, dolayısıyla her söze egemen olmuş bir hüzün yaratığı. Vahşi, kıyıcı; âşık ve çaresiz.
"Matmazel Christina’nın gözlerindeki çöküntü ve ıstırap çok derindi. Egor’u tanıyormuş gibi gülümsemesi boşunaydı; küçük mavi şemsiyesini sımsıkı tutması boşunaydı; belli ki hiç sevmediği ama annesi istedi diye taktığı fazla iri ve süslü şapkasına (‘Bir genç kızın kusursuz bir kıyafetle poz vermesi yakışık alır!’) gülmeye davet eder gibi gizlice bir kaşını havaya kaldırması boşunaydı. Matmazel Christina kıpırtısızlığının içinde acı çekiyordu."
Christina’nın kız kardeşi, Madam Mosco ev sahibesidir; kendisinden çok ölgün uyuşukluğu yer eder anlatıda… ruhunu çoktan yitirdiğini anlamak için onu derinlemesine incelemek gerekmez; kendinde ve kendi için ölmüş denli barışıktır varlığının silikliğiyle. Madam Mosco’nun küçük kızı Simina – küçük ama eksiksiz bir cadı, çocuk bedenine sıkışmış şehvet ve ölüm tanrıçası – teyzesinin adanmış uşağı. Büyük kız Sanda ise daha dünyevidir; teyzesinden ve ölümsüzlüğün – kanın – lanetinden kurtulma umudu taşır… bu yüzden ölüme en yakın olandır. Ve ev, evin ağdalı bir kâbusu andırır havası… Rüyaların gerçek soluklardan daha çok yer kapladığı bir yerdir Tuna’dan esintilerin ulaştığı bu malikâne. Tuna’nın erkeksi gücü bile çekip çıkaramaz evi bu rüya diyarından; çünkü “Rüyaların, aynı anda birçok kişi tarafından, insanın göremediği ama yakınında hissettiği birçok kişi tarafından görüldüğü” bu coğrafyada "Aslında dünya ruhumuzun rüyasıdır..."
Aşk, işte bu bungun, trajik ve kan kokusu denli yoğun Romen atmosferinde, Sanda’ya duyduğu ilgi nedeniyle malikânede konaklayan Egor etrafında şekillenir: Egor’un damarında gür akan kan, kadını şehvete çağıran kan, acıtmaya ve acı çekmeye davet eden erkeksi yan elbet gereğinden fazla kadını uyandıracaktır. Egor’un varlığı Christina’yı baştan çıkarır; bir menekşe kokusuyla Egor bu rüya âleminin ve hiç bilmediği, hiç bilemeyeceği bir tutku ve korku yoğunluğunun içine dalar. Ve Matmazel Christina’nın alaycı ezgileriyle büyülenir.
"Gel artık, beni çağıran kötülük meleği
Çünkü bazı anlar var ki, seni görsem
Kanın uğruna hayatımdan vazgeçerim,
Ruhumdan da… inansaydım ruha!"
Christina için yaşamdır Egor… Bir ressam, yaratıcı; gıdıklayıcı cazibesi ve oyunbazlığıyla sıkıcı olmaktan çok uzak. Gençliğin taze kokusu var onda; ışıklı gecelerin, saatler süren dansların ve sevişmelerin coşkusu… Ölünün tutkusuna Sanda’ya duyduğu ilgiye bürünerek karşı koymaya çalışıyor; oysa ellerin ateşiyle yazılan başka bir öykü var ve Christina ellerin dilini çok iyi biliyor. (Evet, eller bir ilişkinin, bir dokunuş tarihinin, bir varoluş biçiminin güncesidir.)
Bir ölüyü sevemeyecek kadar korkak; “Kandan korkuyorsun!… Kendi canından, ölümlü kaderinden korkuyorsun!” Ama aşktan – yani lanetten – kurtulmak için bir ölüyü öldürecek kadar gözü kara – belki bir benlik kaçkını ve sinik… Ve artık, Christina dönmemek üzere gitmişken, perişan: “Hüzünle gülümsedi. Her şey doğruydu. Kendisi öldürmüştü onu. Bundan böyle en ufak bir umudu nereden bekleyecek, kime dua edecek, Christina’nın sıcak kalçasını hangi mucize yanına getirecekti?…”
Aşk ve o kopkoyu tutku, gulyabaninin ölmesi, evin alevler içinde lanetten arınmasıyla sonlanır; “iyilerin” zaferinde sonsuz bir burukluk vardır oysa.
"O müthiş yalnızlığında, artık kimsenin kıramadığı, en ufak sesin delemediği gece karanlığında". Egor, kendi içindeki en canlı yanı, benliğinin en kudretli kaynağını da Christina ile birlikte öldürdüğünü bilir. Egor eksilmiştir; Christina’nın kalbine sapladığı demirin soğukluğu bundan böyle hep tenindedir. Çünkü bir kadını, bir erkeği değil; bir ölüyü, bir diriyi değil; bir dokunuşu severiz daima. Yeni bir ben’e ilişkin umudun dokunuşunu, yeni bir ben’in umudunu. Aynalar değişir, imgeler zamanın dokusuna göre yeniden ve yeniden biçimlenir. Biz hep bir başkasının gövdesinde yeni bir ben’in doğuşuna ilişkin o yakıcı ve doğurgan umuda sevdalanırız. İster ölü ister diri; ister kadın ister erkek – aşk olsa olsa ben’in, başka ben’i bulacağını hayal ettiği tene dokunuşudur.
Bundandır ki aşkın doruk noktası iki bedenin ayrılığına, asla bir olmayışına; her bedenin kendi sorumluluğunu yüklenme zorunluluğuna, yani bedenin, yalnızlığın sorumluluğunu kucaklayışına yakılan ağıttır. Ağıt bitince her beden kendi varoluş koşullarına ve olanaklarına geri döner; ister çoğalmış ve yeni ben’i kucaklamış olsun ister kısır ve ketum kalsın. Biri hep yeniktir, diğeri suçluluk dolu. Biri ölü kalacaktır şimdilik, biri yeniden ölene dek diri.
Başlangıçta ölüm vardı. Ve sonra döngü tamamlandı.