Giriş, s. 15-17.
26 Mayıs 2014 sabahı Avrupalılar bir siyasi depremle uyandılar. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ partiler beklenen ama bir türlü kabullenilmeyen bir başarıya imza atmışlardı. Fransa başı çekti. Aşırı sağcı parti Ulusal Cephe, merkezdeki sağ ve sol partileri geride bırakıp oylamadan birinci parti olarak çıktı. Partinin lideri Marine Le Pen pür neşeydi. Balkon konuşması yapmadı ama kameraların önüne geçti ve Fransa’da aşırı sağa giden dört milyon yüz bin oyu adeta kutsadı: “Egemenliklerine sahip çıkan insanlar, gelecek için dizginleri yeniden ele almak için iradelerini ortaya koydular.”
Avrupa seçimlerinde, İngiltere’nin dengeli siyasi sistemi de sağcı popülist Nigel Farage’ın liderliğindeki Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’nin oy patlamasıyla sarsıldı. Muhafazakâr Parti ile İşçi Partisi’nin seçimlerde yer değiştirdiği İngiltere’de Avrupa Parlamentosu seçimlerinde popülist Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi yerleşik partileri solladı ve birinci sıraya oturdu. Farage, kendine özgü alaycı üslubuyla yaptığı zafer konuşmasında seçim sonuçlarını son yüz yılın en büyük siyasi başarısı olarak niteledi. Halk ordusu diye tanımladığı taraftarlarının henüz son sözü söylemediklerini ve genel seçimlerde daha şiddetli bir siyasi deprem yaşanacağını ilan etti. Popülizm ustası Farage halk ordusundan söz ediyordu; özgüveni zirve yapmıştı.
Beyaz adamın üstünlüğünü savunan neo-Nazi Alman Nasyonal Demokratik Parti’nin eski başkanı Udo Voigt da 2014 seçimlerinde Avrupa Parlamentosu’na adımını attı. Babası eski bir Nazi olan bu yeni Avrupa milletvekili, oyların sadece yüzde biriyle seçildi. Ancak Almanya’da Voigt’in savunduğu görüşleri benimseyenlerin oranı yüzde birin çok üstündeydi. Alman şansölyesi Angela Merkel’in sözcüsü seçim sonuçlarını değerlendirdiğinde Nasyonal Demokratik Parti’yi şöyle tanımladı: “Antidemokratik, yabancı düşmanı, antisemit ve Anayasa karşıtı!” Geriye ne kalmıştı?
2014 seçimlerinden sonra aşırı sağcı İsveç Demokratları Partisi ilk Avrupa milletvekilini Parlamento’ya yolladı. Bir zamanlar, İsveç Demokratları’nın mensupları parti toplantılarına Nazi üniformasıyla katılırlardı. Günümüzde liberal değerleri sahiplendiğini iddia eden bu partinin sicilindeki çarpıcı bir nokta bu!
Danimarka’da ise aşırı sağcı göçmen karşıtı Halk Partisi seçimlerde merkez sağ ve sol partileri geride bıraktı, birinci parti konumuna yerleşti. Kuzey Avrupa ülkelerinde, Finlandiya’dan Danimarka’ya kadar aşırı sağcı partiler Avrupa Parlamentosu’na konuşlandılar.
“Bakın kebap yiyorum, demek ki ırkçı değilim,” diyen Avusturyalı aşırı sağcı lider Heinz-Christian Strache 2014 Avrupa Parlamentosu seçim kampanyasını, “Türkiye’den gelen göçmenler sınıflardaki haçtan rahatsızlarsa, ben onlara rahatsız oluyorsanız ülkenize geri dönün diyorum,” sloganıyla yaptı. Göçmen ve İslam karşıtı bu tür söylemler, aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’ni ülkenin üçüncü büyük siyasi gücü yaptı. Partinin seçmen tabanı sağlamlaştı.
Aşırı sağ partilerin yükselişi aslında merkezin sönüşüne işaret etti. Merkez sönerken merkezin dümenindeki Avrupa politikaları da artık sorgulanıyordu. Avrupa medyası aşırı sağ partileri Avrupa karşıtı diye tanımladı… Bu yakıştırma bir bakıma doğruydu. Bu partiler, Avrupa Birliği’nin bugünkü politikalarına karşı kampanya yaptılar. Ancak Avrupa karşıtı partilerin ırkçı bir platformda geliştikleri de açıktı. Mayıs 2014’teki seçimlerin sonucunu Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz bir cümleyle özetledi: “Avrupa Birliği için kötü bir gün.”
Bu kötü gün, bedbinliğin, korkuların ve çaresizliğin ürünü. Avrupa halkları öfkeli ve gerginler. Ne ulusal hükümetlerine ne de Brüksel bürokrasisine güveniyorlar. Ekonomik endişeleri önplanda. “Benim Avrupam’da müslüman ötekiyle, yabancıyla nasıl bir arada yaşayacağım?” kuşkusu ise gündelik hayatın içinde. Pek çok Avrupalı bu ruh haliyle Batı’nın sembollerine sığınıyor, dindar olmadan minareye karşı kiliseyi sahipleniyor. İfade özgürlüğü aktivisti oluyor, laikliğe sarılıyor. Kültürümüz yok oluyor endişesiyle Avrupa’nın kültürel mirasına sahip çıkıyor. Muhafazakârlar en keskin Aydınlanma militanı kesiliyor. Bu endişeleri yırtıcı bir üslupla ifade eden aşırı sağ partilerin etkisi artıyor.
Bugünlere nasıl gelindi? Aşırı sağın estirdiği popülizm rüzgârı merkeze nasıl ulaştı? Kuşkusuz bugünkü siyasi tabloyu izah eden kırk yıllık bir siyasi ve ekonomik bilanço mevcut. Bir de değişen dünya konjonktürü!
II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Avrupa’nın ekonomik ve sosyal düzeni, 80’lerde neoliberalizm fırtınasına tutuldu. Sistemi ayakta tutan dengeler temelden sarsılmaya başladı. Küreselleşme ekonomide rekabetin koşullarını yeniden belirlerken, Avrupa’nın imalat sanayii Asya’nın ucuz işçiliğiyle rekabette zorlandı. Teknolojik yayılmanın hızlanması, başta Çin ve Hindistan olmak üzere, yeni rakip ekonomiler yarattı. Avrupa’da üretkenliğin arttığı ekonomilerde bile bireyin refah düzeyi aynı hızla yükselmedi. Oysa sanayi devriminden itibaren Avrupa, dünya üretiminde ve yaratıcılıkta başrol aktörüydü. Bu köklü değişim sürecinde, sanki kalıcıymış izlenimi veren işsizlik dalgası kabardı, hem beyaz hem de mavi yakalıya çarptı. İş hayatına atılma yaşına gelenlerin yüzüne kapılar kapandı.
Bu süreçte Avrupa’nın sosyal adalete dayalı kalkınma modeli de sorgulanıyordu. Neoliberal dönüşüm, eşitlikçi Avrupa toplumlarında gelir dağılımını çarpıttı ve Avrupa’yı Avrupa yapan geniş orta sınıfın gücünü ve güvenini derinden sarstı. Tekleyen Avrupa ekonomileri, Avrupa’nın kimliğini oluşturan refah devletini sürdürmekte zorlanmaya başladılar. II. Dünya Savaşı’ndan beri sosyal refah devletinin koruması altında yaşayan Avrupalının sahip olduğu güvenceler artık tehdit altındaydı. Bu, bir yaşam tarzının yok oluşuydu, adeta limansızlık, barınaksızlıktı. Oysa Avrupa kamuoyunun çoğunluğu hâlâ refah devletine bağlıydı ve devletin toplumun temel ihtiyaçlarını karşılamasını istiyordu. Onlara göre sosyal devleti sahiplenmek insan haklarını, demokrasiyi ve barışı sahiplenmek gibi Avrupalılıktı.