Semih Gümüş, "Seçme özgürlüğümüz var mı?" Radikal Kitap Eki, 26 Mayıs 2014
Belleğimdeki en katı görüntüler arasında: Bir nedenle Moskova’dayım, yıl 1989. Gorbaçov’un başlattığı yeniden yapılanma ve açıklık döneminin coşkusu yanında şaşkınlığının yaşandığı günlerde, bir zamanların hayal ülkesinin günlük hayatını anlayabilmek için temkinli biçimde sokaklarda dolaşıyorum. İnsanlara da bakıyorum, mağazalara, küçük dükkânlara da. Günlük yaşam nasıl? İçeride neler olduğunu merak ettiğim için bir gıda marketine giriyorum. Hazır et ürünleri satılıyor ve marketin tezgâhında yalnızca üç çeşit salam-jambon var, üç çeşit de peynir, başka bir şey yok. Yetmiş yılın sonunda gelinen yer bu. O sırada duyduğum hayal kırıklığını unutamadığım gibi, bomboş marketin o görüntüsü de gözlerimin önünden gitmedi.
Modern zamanların insanının en önemli sorunlarından biri seçme ikilemi. Seçme özgürlüğü de deniyor. Demek o günlerde Moskova’da yaşayanların o markette seçme özgürlüklerini kullanabilecekleri seçeneklerin sayısı o kadarmış. Üzücü, üzücü olmasına. Peki şimdi İstanbul’daki bir markette kırk çeşit salam ve jambon ile kırk çeşit peynir tezgâhının karşısındaki insanın durumu nedir? Tuhaf bir karşılaştırma oldu. Ama çok gerçek ve yanıtının verilmesi gerekiyor. Aslında ikisinin de birbirinden farkı yok. İkisinde de seçme özgürlüğü kısıtlanmış durumda. İkisinde de çaresizlikten yüzü kararan insanın seçme özgürlüğünün elinden alındığını söyleyebiliriz.
Kullanma olanağın yoksa özgürlüğün de yok
Leo Huberman’ın Sosyalizmin Alfabesi 1960’larda ortaokul yıllarımızda ilk okuduğumuz kitaplardandı. Okumayan olmazdı. Onun da hiç unutamadığım ve ilk okuduğum zaman bile zihnime çakılmış olan sözlerinden biri, “Kapitalizmde seyahat etme özgürlüğü olduğu söylenir ama seyahat etmek için parası olmayanın bu özgürlüğü de yok demektir”di. Şimdi basit geliyor belki ama bugün bile tepeden tırnağa doğru bir saptama.
Renata Salecl’ın Seçme İkilemi’ne sözü getiremedim, insanın seçme özgürlüğü ve ikilemi üstüne düşünmek birdenbire pek çok çağrışım yapıyor. Salecl da seçme özgürlüğünün önüne zamanımızın çıkardığı sorunları siyasal seçimlerden âşık olunacak kişinin seçimine, geniş bir yelpazede irdeliyor. Seçim fikri Aydınlanma ile birlikte ortaya çıktı, kapitalizmin dünyayı topyekûn, muazzam bir değişme uğratıp bireyin özgürlük alanlarını açmasıyla birlikte insanların tam önüne geldi.
Seçim hakkının gerçek olabilmesi, elbette özgürlüklerin sınırsız olmasına bağlı. Herhangi bir nedenle özgürlüklerin bir sınırı olması gerektiği, siyasal iktidarların başlıca argümanıdır ve seçim hakkının aldatıcı olduğunu gösterir. Sonra da medya, gerçeklerle insanların algısı arasına öylesine bir perde çeker ki, gerçeğin ne olduğu belirsizleşmeye başlar. Orada seçim özgürlüğünün ne için kullanılacağı da artık bir yanılsama bulutu içinde kalır.
Öte yandan, medyanın sizin beklediğinizi değil de yalnızca size sunmak istediklerini vermesi karşısında da çaresiz kalır insan. Televizyon dizilerinin yüksek reytingi için kurallar varmış: aşk, silah, çocuk üçlüsünü iyi işleyen dizi tutarmış. Bir de zenginlik gerekiyor ama. Yoksul evlerde geçen diziler yerine, izleyicinin kendisini içinde hayal ettiği zengin evler, lüks hayat da bir seçenekmiş gibi öne çıkarılır. Üstelik hem hayal edip hem hiç sahip olamamak, insanın en olumsuz anlamda sıradanlaşmasına, kendisini hiçe indirgemesine neden olur. Onlar da sizin gibidir ve siz de onlar gibi olabilirsiniz duygusu bir medya kültürü pompasıdır belki ama etkisi pek uçucudur.
Kendini parlatma seçenekleri çok!
Renata Salecl, buna bir başka boyut getirerek tam bizde de benzerleri çok görülen durumu şöyle saptıyor: “Sevişmenin nasıl olması, nasıl hissettirmesi gerektiği üzerine medyada yer alan hâkim fikirlerle kıyaslanınca kendi cinsel hayatımız düpedüz sıradan görünüyor. Viktorya döneminde tabu olan sevişmek idiyse, şimdilerde sevişmemek tabu haline geldi neredeyse; kendi cinsel hayatları konusunda sessiz kalan insanlar, diğer herkesin gazete ve televizyonlarda resmedilenler gibi bir cinsel hayat yaşadığını hayal ediyor”.
Medyanın insanları kendi bulundukları yere sıkıştırma, bilinçleri baskı altına alma işlevi böyle çalışıyor. Sonunda bir tür düzen yapıcılığıdır aslında bu da. Tamamıyla dolaylı bir işlev, hizmet. Önüne çıkan her şeyin arkasını sorgulamayan insanlar için âdeta gönüllü bir boyun eğiş de getirir. Cinsel hayatını bambaşkalaştırmak senin elinde, televizyon yıldızları gibi yaşayabilirsin. Ne güzel, yapmıyorsan kabahatlisin kardeşim. Ayrıca kilonuzu en ideal ölçülerde tutmak için diyet önerileri de var, denemek zorundasınız; sonra kişisel gelişim kitapları, onları okuyarak iyi bir iş güç sahibi olmanız da olası, şimdikinden başka bir kimlik kazanmanız da...
Salecl, “1972 ile 2000 yılları arasında ABD’de yayımlanan kişisel gelişim kitaplarında muazzam bir artış oldu,” diyor. Bu dönemde Amerikalıların yüzde 33 ile 50’si en az bir kişisel gelişim kitabı almış. Biz o yıllarda başka şeylerle uğraşıyorduk ama neden sonra bizde de kişisel gelişim kitapları bir satış furyası yarattı ve kendimizi geliştirmek için bilmediklerimizi öğrenme fırsatları bulduk. Son zamanlarda kişisel gelişim kitaplarının satışında görece bir geri çekilme oldu ama yaşadığınız şu toplum içindeki konumunuzla ilgili kaygılarınızı hafifletmek için gerekli çeşitlilikte kişisel gelişim kitabı her zaman var. Onları okuyarak patronunuzla nasıl konuşacağınızı da öğrenebilirsiniz, arkadaşlarınız arasında sivrilmenin yollarını da. Yeter ki isteyin. Seçenekler önünüzde, doğru seçimleri yapmak size kalıyor.
Kaygı ile seçim arasındaki ilişki felsefecileri hep ilgilendirmiş. Bu konu ciddi işte. Salecl, “Kierkegaard’a göre kaygı doğruca özgürlükten doğar,” diyor. “Sartre da bu fikre biraz cila atarak, uçurumun dibinde duran bir kişinin, düşebileceğinden değil, kendisini uçurumdan aşağı bırakma özgürlüğünden dolayı kaygılandığını belirtir”. Elinizde olmayan bir şeyi ne seçme kaygısı vardır ne de kaybetme kaygısı. Asıl kaygı nedeni sahip olduklarınızdır.
Salecl bunu Jacques Lacan’ın düşüncesiyle tamamlıyor: “Don Juan’ın cazibesi, bir kadının ona asla sahip olamamasında yatar. Kadınlar da tam elde tutulamayacağını bildikleri için ona kapılırlar”.
İstediğimizi elde edememek bizi ona daha çok bağlar, bir türlü çıkaramayız aklımızdan. Onu elde ettiğimizdeyse istediğimiz şeyin aslında o olmadığı duygusu çok geçmeden uyanır, aradığımız elimizdedir artık ve başka bir şey aramaya başlarız.
Acıdır, Soma işçileri, kendilerini ölüme götürecek maden işini özgürce seçmediler. Öyle olabilseydi, niçin başka bir iş seçmesinlerdi ki. Üniversite sınavlarında sözde seçme hakkı tanınıyor ama nedense öğrencilerin ezici bir çoğunluğu seçtikleri okuldan hoşnut olmuyor. Hayat zenginleştikçe bu örnekler de sayısızlaşıyor. Nedir o zaman yaşadığımız bu hayatın anlamı? Yaşadığımız hayatın insanlara seçim özgürlüğü verdiğini ancak neoliberaller söyleyebilir bugün. Kendi hayatımızı bile dilediğimiz gibi düzenleyemediğimiz, yaşayamadığımız toplum biçiminin adıdır kapitalizm.
John Lennon daha güzel belirtmiş durumumuzu: Sen başka planlar yaparken başına gelen şeydir hayat.