A. Ömer Türkeş, "Eğer bir başlangıç varsa, bir son da vardır", Radikal Kitap, 25 Nisan 2014
"Bir başlangıç yok, son da. Bunu biliyorum artık. Başkalarının öyküleri belki bir yerlere çıkıyordur, benimkiler çıkmıyor. Bir daire çiziyor, bazen bunu bile yapmıyor, durduğu yerde duruyor. Ve ben şunu merak ediyorum: Kendini durmadan aynı yerde tekrarlayan bir öykü neye yarar?" Bu soruyu soran hikâyenin anlatıcısı Nella’dır; henüz. On üç-on dört yaşlarında bir kız çocuğu. Çocuk sayılmaz aslında, çocuklarına karşı ilgisiz, içki, uyuşturucu ve suça batmış anne babasının açığını kapatabilmek, kendisinden iki yaş küçük kardeşi Robert’ı korumak için erkenden büyümek zorunda kalmış. Babalarının hapise giriş çıkışları, oradan oraya taşınmalar, itilip kakılmalar, maddi sıkıntılarla geçen bir hayat onlarınkisi... Carl-Johan Vallgren, Türkçeye geçtiğimiz günlerde çevrilen Denizadamı romanında cehennem gibi bir dünyaya doğan iki kardeşin hikâyesini anlatıyor.
Merman efsanesi
İsveç’in batı kıyısında Falkenberg’in dışındaki küçük yerleşim yeri Skogstorp adlı küçük bir kasabada yaşıyorlar. Hayat özellikle Robert için hiç kolay değil. Okulda çocuklar gözünden alıp kırdıklarından çerçevesi neredeyse her zaman bir bantla sarılı gözlükleri, şaşılığı, kıt okuma yazması, ellerindeki hiç geçmeyen egzaması ve cılızlığı alay konusu olmasına, daha fenası fiziksel eziyet görmesine yol açıyor. Oysa akıllı ve duygulu bir çocuk Robert. Yegâne sığınağı kendisine annelik, babalık, ablalık ve arkadaşlık yapan ablası Nella, her zaman yetişemiyor onu savunmaya. Robert babasının hapisten çıkıp geleceği ve kendilerini bu döngüden kurtaracağı umuduyla yaşıyor. Oysa Nella bir daire çizerek yaşadıklarının, ailenin bir faydası olmayacağının farkında. Yine de Robert’i avutmak için anlattığı hikâyelere mutlu bir son eklemekten vazgeçmiyor; “Ama bir gün işte. Bir gün bir şey olacak ve bütün öyküyü değiştirecek, yeni, daha güzel bir şeye dönüştürecek öyküyü. Bir gün bir şey, zamandan ve mekândan çekip alacak onları, 1983’ün sonbaharından, Falkenberg’in dışındaki küçük yerleşim yeri Skogstorp’tan, bir şey durduracak öyküyü, son bulacak birden, çekip alacak onları oradan, böylece yeni bir öykü başlayacak.” Peki ama kim, kim kurtaracak onları?
Kurtarıcı hiç beklenmedik bir anda ve kılıkta çıkar Nella’nın karşısına. Bir “denizadamı”dır o, “denizkızı”nın erkeği; balıkla insan arası, tuhaf, devasa, güçlü bir yaratık, efsanelerdeki ismine göre bir “Merman”... Yalnızca efsaneleri ve insanların hayal dünyalarını süsleyen “Denizadamı”, Nella’nın hayatına karışmıştır.
Ne yazık ki kurtarıcının kendisi de kurtarılmayı bekler; ağlarına takıldığı kaçak balık avı yapanların şiddetine maruz kalmış, yaralanmış, uyuşturulmuş, kelepçelenmiş bir halde. Nella, yegâne arkadaşı Tommy’nin abileri tarafından hapsedilen bu canlıya yakınlık duyar, “Denizadamı” da küçük kıza... Nella konuşur onunla, yaralarını tedavi etmeye çalışır, sonra onu özgür bırakma planları yapar. Bir yandan da kardeşini okulun belalılarından Gerard ve mobilet çetesindeki oğlanların tehditlerinden kurtarmak için para bulması gerekmektedir. Aynı sıralarda hapisten çıkan babaları yeniden suça bulaşmış, aile bir kez daha dağılma noktasına gelmiştir.
Hikâyenin saati hızlanmıştır artık. Nella, Tommy, “Denizadamı” ve diğerleri art arda gelişen olayların baş döndürücü akışıyla sürüklenirler. Nella çaresiz kaldığında, içi şiddet ve kötülükle dolu Gerard, Robert’i ele geçirip benzine buladığında -işte tam o anda- Merman’ın homurtusu duyulur. Öykünün sonu gelmiştir.
Rahatsız edici
Denizadamı romanıyla Carl-Johan Vallgren, bir kez daha kendilerine benzemeyenleri, fiziksel ya da zihinsel engeli olanları, acizleri, güçsüzleri dışlamaya, aşağılamaya, tecrit hatta imha etmeye hevesli lümpen kalabalıkların, onlarla katılmasa da sessiz kalan “ortak aklın” inadına ayrıksı roman kahramanlarıyla dışlananların sesini, acısını, öfkesini yansıtıyor. Bir kez daha diyorum, çünkü daha önce Türkçeye çevrilen Bir Garip Aşk Öyküsü romanında da benzer temaları öne çıkarmış, yüreklerin sağır olduğu dünyaya ötekilerin sesini duyurmaya çalışmıştı.
Edebiyat dünyasındaki çıkışını Bir Garip Aşk Öyküsü’yle yapan Vallgren çirkin çehresi, çarpık vücudu, cüceliği, sağır ve dilsizliğiyle bir hilkat garibesini andıran Herkül özelinde unutulmaz bir roman kahramanı yaratmıştı. İki yüz sene önce fiziksel özellikleri nedeniyle uğursuz sayılıp dışlanan, işkence gören Herkül ile günümüz dünyasının acımasızlığıyla karşı karşıya kalan Nella, Robert ya da “Denizadamı” aynı kaderi paylaşıyorlar. Aydınlanma sancıları yaşayan Avrupa ile aydınlanmışı arasında pek de bir fark yok; insanın insana zulmü değişmiyor. Karamsar bir bakış denilebilir belki, ama 20. yüzyılın savaşlarına, bölgesel ve etnik çatışmalarına, hatta “arena”ya çevrilen futbol sahalarına baktığımızda karamsardan ziyade gerçekçi diyebiliriz Vallgren için. Denizadamı’nda küçük kasaba ruhuna, lümpenleşmeye, yoksulluğa, şidddete ve toplumun duyarsızlığına yaklaşımı da öyle. Amacı rahatsız etmek, farkındalık yaratmak; başarıyor hedeflediğini. Üstelik göstermek istediklerini çok basit, sade, doğrudan hedefine yönelen bir anlatımla sergiliyor.
Gerçeğin soğuk tarafında dolaşmakla birlikte, anlattıkları umutsuzluk hikâyeleri değil. Acımasız bir dünyadan sağ çıkabilmek için roman kahramanları -Herkül, Robert, Nella, Denizadamı- sevgiye tutunmak zorundalar.
Kardeş sevgisini ve ihaneti, elle tutulur olanın ötesindeki duyguları ele alan bu sert ama güzel romanda Vallgren yine günlük olan ile olağanüstüyü büyülü bir dille buluşturmuş. Bu dilin ortaya çıkmasında Ali Arda çevirisinin hakkını da teslim etmek hakkaniyetli olur.
Romanın sonuna geldiğinizde, Nella “Denizadamı”yla gerçekten karşılaştı mı, yoksa bu onun hayali miydi, diye düşünebilirsiniz. Vallgren yanıtı okuyucuya bırakıyor. Önemli olan herkesin fikir birliği ettiği bir “son”da karar kılmak değil, yoğun ve yakıcı duyguları paylaşmak.