Birinci Bölüm, Yalnızca Doğru Sözlü Bir Anlatı, s. 17-23
İnsani Olaylar
Aktörü insan olan gerçek olaylar. Ancak, insan kelimesi bizi kendimizden geçirmemeli. Tarihin özü de amaçları da bu roman karakterinin mevcudiyetine değil, seçilen bakış açısına bağlıdır; tarih ne ise odur, insanın nasıl bir varlık olduğu bilinmediğinden değil, tarih belirli bir bilme şekli olmayı seçtiği için. Olgular ya münferit şeyler olarak kabul edilir ya da arkalarında gizli bir değişmezin arandığı fenomenler olarak. Mıknatıs demiri çeker, yanardağlar lav püskürtür: Bunlar bir şeylerin yinelendiği fiziksel olgulardır. Vezüv’ün MS 79’da püskürmesi ise olay olarak kabul edilen fiziksel bir olgudur. 1917’deki Kerenski hükümeti insani bir olaydır; devrim döneminde iki başlı iktidar fenomeni ise yinelenebilir bir fenomen. Olgu olay olarak ele alınıyorsa, kendi başına ilginç bulunuyor demektir; yinelenebilir niteliğiyle ilgileniliyorsa, bir yasayı bulmak için bahanedir olsa olsa. A.-A. Cournot’nun, doğa yasalarını inceleyen fiziksel bilimlerle, yerkürenin tarihini inceleyen —coğrafya ya da güneş sistemi tarihi gibi— kozmolojik bilimler arasında yaptığı ayrımın temeli budur; zira “insanoğlunun merakının tek amacı doğa yasalarının ve güçlerinin incelenmesi değildir; bu merak dünyanın temaşasıyla, onun bugünkü yapısını ve geçirmiş olduğu altüst oluşları bilmek arzusuyla çok daha kolay tahrik olur”…
Olayların merakımızı kamçılaması için insanın mevcudiyeti şart değil. Elbette insanlık tarihinin şöyle bir özelliği vardır: Başka insanları konu alan bilginin işlemleri ile fiziksel fenomenleri anlamamızı sağlayan işlemler aynı değildir; mesela jeolojik tarihin insani olaylardan çok farklı bir aura’sı vardır; o halde anlamdan, anlamaktan söz ediyoruz ama doğru kelime çok daha basittir — amaçlılık. Gözümüze görünen şekliyle dünyada, insani işlerin gidişatına ve bunların anlaşılmasına hükmeden şey şu olgudur: Her tasarıyı belirleyen bir öngörü ve birtakım davranışların ardında da bir tasarı olduğunu kendimizden bilir, başkasında da yeniden görürüz. Fakat insanın bu amaç-güderliği tarihin epistemolojisinde hiçbir sonuç doğurmaz; sentez ânında tarihçi tarafından işin içine sokulmaz; bizzat yaşanmış olana aittir, tarihçinin bu yaşanmış olandan oluşturduğu anlatıya özgü değildir; romanda ve en küçük sohbette de aynı şekilde karşımıza çıkar.
Olay ve Belge
Tarih olayların anlatısıdır: Geri kalan her şey bunun sonucudur. Öncelikle bir anlatı olduğu için yeniden yaşatmaz — tıpkı roman gibi. Tarihçinin elinden çıktığı şekliyle yaşanmış olan, aktörlerin yaşamış oldukları değildir; bir öykülemedir, bu niteliği de bazı sahte sorunları elemeye imkân tanır. Tıpkı roman gibi tarih de seçer, basitleştirir, düzenler, bir asrı bir sayfaya sığdırır ve anlatının bu sentezi en az, yaşadığımız son on yılı andığımızda hafızamızın yaptığı sentez kadar kendiliğindendir. Yaşanmış olanla anlatının kurulması arasında her zaman var olan aralık üstüne spekülasyonda bulunmak, Waterloo’nun bir muhafızla bir mareşal için aynı şey olmadığını; bunu birinci ya da üçüncü tekil şahısla bir savaş olarak da, İngilizlerin zaferi ya da Fransızların bozgunu olarak da anlatabileceğimizi; sonunu baştan sezdirebileceğimiz gibi, okurla birlikte öğreniyormuş numarası da yapabileceğimizi görmemizi sağlar. Bu spekülasyonlar eğlenceli bazı estetik deneyimlere yol açabilir; tarihçi için bunlar, bir sınırın keşfidir.
O sınır da şudur: Tarihçilerin olay dedikleri şey, hiçbir zaman doğrudan doğruya ve tam olarak kavranmaz; belgeler ya da tanıklıklar üzerinden, tekmeria yani izler üzerinden diyelim, eksik ve dolaylı olarak kavranır. Waterloo’nun çağdaşı ve tanığı da olsam, hatta onun esas aktörü, bizzat Napoléon da olsam, tarihçilerin Waterloo olayı dedikleri şey hakkında ancak tek bir bakış açısına sahip olabilirim; gelecek kuşaklara, tabii onlara ulaşabilirse, iz olarak tanımlayacakları tanıklığımı bırakabilirim yalnızca. Ems Telgrafı’nı gönderme kararını veren Bismarck dahi olsam, benim olay hakkındaki yorumum ile, kararım hakkında kendilerine ait yorumları olan ve ne istediğimi benden daha iyi bildiklerini düşünen arkadaşlarımın, günah çıkardığım papazın, resmi tarihçimin ve psikanalistimin yorumu aynı olmayabilir. Esas olarak tarih, belgelerden edinilen bilgidir. Ancak, belgelerin hiçbiri olayın kendisi olamayacağından, tarihsel öyküleme bütün belgelerin ötesine geçer: Belgesel bir fotomontaj değildir ve geçmişi “sanki oradaymışsınız gibi naklen” göstermez; G. Genette’in faydalı ayrımını hatırlamak gerekirse, tarihsel öyküleme mimesis değil, diegesis’tir. Napoléon ile Rus İmparatoru I. Alexandre arasında geçen, stenografiyle kaydedilmiş gerçek bir diyalog, anlatıya olduğu gibi “yapıştırılmaz”; tarihçi çoğunlukla bu diyalog üzerine konuşmayı tercih eder; eğer onu metin olarak alıntılarsa, alıntı olay örgüsüne hayat —ethos diyelim— vermeye yönelik bir edebiyat efekti olur; bu da sözünü ettiğimiz şekilde yazılmış tarihi romanlaştırılmış tarihe yaklaştırır.
Olay ve Farklılık
Olayların anlatısı olduğu için tarih, tanımı gereği, kendini tekrarlamaz; ancak değişimin tarihi olur. Fenomen-savaş değil, 1914-18 savaşı anlatılır; cisimlerin düşüş yasasını araştırmayan, tek tek düşüşleri ve onların çeşitli “sebepler”ini anlatan bir fizikçi düşünün — tarihçinin hali işte buna benzer. Tarihçi insanın metninde varyantları bilir, ama metnin kendisini hiçbir zaman bilmez; insan hakkında bilinebilecek şeylerin çok büyük, belki en ilginç kısmını tarihe sormamak gerekir.
Olay dediğiniz şey ancak birörneklik zemininde belli olur; bir farklılıktır, a priori bilemeyeceğimiz bir şeydir: Tarih hafızanın kızıdır. İnsanlar doğar, yemek yer ve ölürler, bize onların savaşlarını ve imparatorluklarını ancak tarih öğretebilir; insanlar hem zalim hem de aleladedirler, ne tamamen iyi ne tamamen kötüdürler, ama tarih, belirli bir dönemde, servet kazandıktan sonra köşelerine çekilmek yerine sınırsız kazanç peşinde koşmayı tercih ettiklerini ve renkleri nasıl algıladıklarını ya da sınıflandırdıklarını anlatabilir bize. Tarih bize Romalıların iki gözü olduğunu ve gökyüzünün onlar için mavi olduğunu öğretmez; buna karşılık, hava güzel olduğunda gökyüzünden söz ederken bizim gibi renkleri kullanmak yerine Romalıların bambaşka bir kategoriye başvurdukları ve masmavi gökyüzü demek yerine caelum serenum (berrak gökyüzü) dedikleri bilgisinden mahrum kalmamıza engel olur; bu da anlamsal bir olaydır. Keza geceleyin de gökyüzünü sağduyunun gözleriyle sağlam ve pek uzak olmayan bir kubbe olarak görüyorlardı; bizse, Pascal’in konuşturduğu tanrıtanımaza malum korkuyu veren Medici gezegenlerinin keşfinden beri, geceleri gökyüzünde dipsiz bir girdap gördüğümüze inanıyoruz. Alın size bir düşünce ve duyarlılık olayı.
Kendi başına olay yoktur, olay ancak ebedi bir “insan” tasavvuruna nispetle vardır. Tarih kitapları gramere benzer biraz. Yabancı bir dilin pratiğe dönük grameri dilin bütün kurallarını sıfırdan sayıp dökmez, gramerin muhatabı olan okurun bildiği dilden farklı ve onu şaşırtabilecek olanları sıralar sadece. Tarihçi, sanki başka bir gezegenden geliyormuş gibi, bir uygarlığı ya da dönemi her şeyiyle betimlemez, onun tam bir envanterini çıkarmaz; okurun, her zaman gerçek sayılanlardan yola çıkarak, o uygarlığı kafasında canlandırabilmesi için gerekli olanı söyler sadece. Tarihçiden hiçbir zaman basit hakikatleri belirtmesi beklenmediği anlamına mı gelir bu? Talihsizlik şu ki basit hakikatlerin sinir bozucu bir eğilimleri vardır: Hakiki hakikatlerin yerine geçerler. Gökyüzü, renk ve kazanç kavrayışlarımızın —doğru olsun olmasın— ebedi olmadığını bilmezsek, belgeleri bu konuda sorguya çekmek aklımızdan bile geçmez ya da, daha doğrusu, bize ne söylediklerini bile anlamayız.
Tarihin “tarihselci” yönü —paradoksal ve eleştirel içeriğiyle— bu türün en popüler eğilimlerinden biri oldu hep; Montaigne’den Hüzünlü Dönenceler’e ya da Foucault’nun Deliliğin Tarihi’ne, değerlerin milletlere ve yüzyıllara göre değişmesi Batılı duyarlılığın en büyük temalarından biridir. Anakronizme olan doğal eğilimimize ters düştüğü gibi bulgusal bir değeri de vardır. Bir örnek vermek gerekirse; Satiricon’da Trimalcion, içki bahsinden sonra, kendisi için yaptırdığı muhteşem bir mezardan, gurur ve neşeyle söz eder uzun uzun; Helenistik bir yazıtta, devletin onurlandırmak istediği bir hayır sahibinin cenazesine, yakılacağı gün vatanının ne gibi onurlar tevcih edeceği en ince ayrıntısıyla gözler önüne serilir. Bu istemdışı ölüm dansı, Peder Huc’de, Çinlilerin de bu konudaki tutumlarının aynı olduğunu okuduğumuzda gerçek anlamını bulur: “Ufak zevklere yetecek parası olan hali vakti yerinde insanlar, yaşarken, zevklerine uygun ve kendilerine yakışan bir tabut edinmeyi ihmal etmiyorlar. İçine yatma zamanı gelinceye kadar onu evlerinde, uygun şekilde süslenmiş odalarda, teselli verici ve hoş bir görüntü yaratan lüks bir mobilya gibi saklıyorlar. Özellikle çocuklar için tabut, kendilerine hayat vermiş olanlara duydukları saygının büyüklüğünü göstermenin mükemmel bir yolu. İhtiyar bir baba ya da anne için bir tabut satın alabilmiş olmak ve bunu, hiç düşünmedikleri bir anda hediye etmek, her evladın gönlünde büyük bir teselli kaynağı oluyor.” Çin’de yazılmış bu satırları okuduğumuzda, klasik arkeolojide karşımıza çıkan cenaze malzemesi bolluğunun yalnızca buluntulardaki tesadüfe bağlı olmadığını daha iyi anlıyoruz. Mezar, Yunan-Roma uygarlığının değerlerinden biriydi ve Romalılar da Çinliler kadar egzotiktiler. Burada, ölüm ve Batı dünyası üzerine trajik sayfalar döşenebileceğimiz büyük bir ifşaat yok, ancak bir uygarlık tablosunu biraz daha belirginleştiren küçük, doğru bir olgu bu. Tarihçi hiçbir zaman bizim dünya görüşümüzü altüst edecek gümbürtülü bir ifşaat getirmez; geçmişin sıradanlığı, birbirine eklenerek sonunda hiç beklenmedik bir tablo ortaya çıkaran önemsiz, özel durumlardan oluşur.
Bu arada şuna da dikkat çekelim: Çinli okurlara yönelik bir Roma tarihi yazıyor olsaydık, Romalıların mezar konusundaki tutumunu yorumlamamız gerekmezdi; Herodotos gibi şu cümleyi yazmakla yetinebilirdik: “Bu halkın bu konu hakkındaki fikri bizimkiyle hemen hemen aynıdır.” O halde bir uygarlığı incelemek için onun ne söylediğini okumakla, yani yalnızca o uygarlığa ait kaynakları okumakla yetinirsek, onun gözünde açıklamaya gerek olmayan, besbelli şeylere bakıp şaşırma işini kendi kendimize zorlaştırmış oluruz. Peder Huc, cenaze konusunda Çinlilerin egzotizmini fark etmemizi sağlıyor, ancak Satiricon bize Romalılar için aynı şaşkınlık hissini vermiyorsa, bunun sebebi Petronius Romalı olduğu halde Huc’ün Çinli olmamasıdır. Anlattığı kahramanların kendileri hakkında söylediklerini dolaylı söylemde tekrarlamakla yetinen bir tarihçi öğretici olduğu kadar sıkıcı da olur. Bir uygarlığın incelenmesi bir diğeri hakkındaki bilgimizi de zenginleştirir; Huc’ün Çin İmparatorluğu’nda Seyahat’ini ya da Volney’nin Suriye’ye Seyahat’ini Roma İmparatorluğu hakkında yeni bir şeyler öğrenmeden okumak imkânsızdır. Bu teknik genelleştirilebilir ve, üzerinde çalışılan mesele ne olursa olsun, sistematik olarak sosyolojik çerçeveye —yani, karşılaştırmalı tarih çerçevesine— başvurulabilir; bu, tarihin her noktasını yenilemek için neredeyse şaşmaz bir usuldür ve karşılaştırmalı incelemenin kelimeleri en az eksiksiz bir kaynakçanınkiler kadar sıradan görünümlü olmalıdır. Zira olay farklılık demektir ve tarihçinin mesleğinde belirleyici çabanın ve ona tadını veren şeyin ne olduğu malumdur: besbelli olan karşısında hayrete düşmek.
Olaysa besbelli olmayandır. Skolastik, tarihin biçimle olduğu kadar maddeyle de, özle ve tanımla olduğu kadar münferit özelliklerle de ilgilendiğini söyler; biçimi olmayan madde bulunmadığını da ekler ve görürüz ki evrenseller meselesi tarihçilerin de karşısına çıkar. Şimdilik Dilthey ve Windelband’ın ayrımını benimseyebiliriz: Bir yanda, yasalar ve tipler çıkarmayı amaçlayan nomografik bilimler vardır, diğer yanda münferit olanla ilgilenen idiografik bilimler; fizik ya da ekonomi nomografiktir, tarihse idiografik (sosyolojiye gelince, o kendi de pek bilmez ne olduğunu; insan nomografisi alanında bir boşluk olduğunu bilir ve o boşluğu doldurmak ister, fakat sosyoloji standına, çoğunlukla aslında çağdaş uygarlığın tarihi olduğu yazılır ki kendisine yapılan en büyük kötülük de bu değildir).