Giriş, s. 9-12
1812 Temmuzunda Napolyon'un ordusunda 600.000 asker vardı. Aralık başlarındaysa, bir zamanların mağrur Grande Armée'sinde kala kala 10.000'den az adam kalmıştı. Napolyon'un kuvvetlerinin perişan kalıntıları Moskova'dan başlayan uzun çekiliş sürecinde, Rusya'nın batısındaki Borisov kasabası yakınlarında bulunan Berezina Irmağı'nı geçmişti. Geriye kalan askerleri, yoldaşlarını Rus ordusuyla birlikte yenilgiye uğratan düşmanlar bekliyordu: açlık, hastalık ve kanları donduran soğuk. Rus kışının dondurucu soğuğunda hayatta kalmalarını sağlayacak giyim ve donanımdan yoksun olduklarından daha pek çoğu ölecekti.
Napolyon'un Moskova'dan çekilişinin Avrupa haritası üzerinde önemli sonuçları oldu. 1812 yılında Rusya'nın nüfusunun yüzde doksanı, bir toprak sahibinin tartışmasız mülkü olan, canı istediğinde alıp satabildiği ya da başkalarıyla değiştokuş edebildiği serflerden oluşuyordu. Bu durum köleliğe, Batı Avrupa'daki serfliğin hiç olmadığı kadar yakındı. 1789-99 Fransız İhtilali'nin ilke ve idealleri, Napolyon'un muzaffer ordularının ardından yürüyerek toplumların feodal yapısını parçalıyor, siyasi sınırları değiştiriyor ve ulusalcılık kavramını yayıyordu. Napolyon'un mirası aynı zamanda pratikti. Herkes için geçerli kamu yönetimi ve yasal hükümler, birbirinden çok farklı ve kafa karıştırıcı yerel yasa ve kurallar sisteminin yerini aldı. Birey, aile ve mülkiyet haklarına ilişkin yeni kavramlar ortaya çıktı. Yöreden yöreye değişen yüzlerce farklı ölçü biriminin kargaşası yerine, ağırlık ve ölçüler için ondalık sistem standart hale geldi.
Peki, Napolyon'un komuta ettiği en büyük ordunun yenilgisine yol açan neydi? Nasıl oldu da Napolyon'un daha önceki savaşlardan muzaffer çıkan askerleri Rusya seferinde tökezledi? Ortaya sürülen en garip teorilerden biri eski bir anaokulu şarkısında özetini buluyor: "Hepsi bir düğme yüzünden olup bitti." Her ne kadar şaşırtıcı görünse de, Napolyon'un ordusunun dağılması, bir düğmenin, daha ayrıntılı tanımıyla, piyadelerin paltolarından pantolon ve ceketlerine kadar tüm giysilerini ilikleyen kalaydan yapılma bir düğmenin parçalanıp gitmesi gibi çok küçük bir nedene bağlanabilir. Parlak metalik kalay, sıcaklık düştüğünde, ufalanan, metalik olmayan gri bir toza dönüşür – hâlâ kalay olmakla birlikte farklı bir yapısal biçim alır. Napolyon'un ordusunun düğmelerine olan bu muydu? Borisov'da bir gözlemci Napolyon'un ordusunu "kadın pelerinlerine, eski püskü halı parçalarına ya da yanık delikleriyle dolu paltolara bürünmüş bir hayaletler güruhu" diye tarif etmişti. Napolyon'un adamları, üniformalarındaki düğmeler dağıldıkça iliklerine işleyen soğukla güçten düşüp askerlik yapamayacak hale mi gelmişlerdi? Düğmelerin yokluğunda askerler, ellerini artık silah taşımak yerine üstlerini başlarını kapalı tutmak için mi kullanıyorlardı?
Bu teorinin doğruluğunun önünde epey engel var. Bir kere, "kalay hastalığı" denen bu durum Kuzey Avrupa'da yüzyıllardır biliniyordu. Ayrıca, askerlerinin her an savaşa hazır olmasına büyük özen gösteren Napolyon, giysilerde bu düğmelerin kullanılmasına neden izin versindi ki? Üstelik kalayın ufalanması, 1812'deki Rus kışı gibi çok düşük sıcaklıklarda bile ağır işleyen bir süreçtir. Ama yine de ilgi çeken bir hikâye olduğundan kimyacılar bunu Napolyon'un yenilişinin kimyasal izahı olarak anlatmayı pek severler. Öte yandan bir an için kalay teorisinde bir nebze gerçeklik olduğunu varsayarsak, kalay soğukta ufalanmasaydı Fransızlar topraklarını doğuya doğru genişletmeyi sürdürür müydü acaba diye düşünmeden edemeyiz. Rus insanının sırtından serflik yükü, zamanından elli yıl önce kaldırılabilir miydi? Napolyon'un imparatorluğunun sınırlarıyla aşağı yukarı örtüşen –ve onun kalıcı etkisinin bir kanıtı olan– Batı ve Doğu Avrupa arasındaki ayrım bugün de görülebilir miydi?
Tarih boyunca metaller insanlığı etkileyen olayların biçimlenmesinde anahtar rol oynadı. Napolyon'un düğmeleriyle ilgili doğruluğu su götürür rolü bir tarafa, İngiltere'nin güneyindeki Cornish madenlerinden çıkarılan kalay Romalılar arasında çok revaçtaydı ve Roma İmparatorluğu'nun Britanya içlerine uzanmasının nedenlerinden biriydi. 1650 yılına gelindiğinde, Yeni Dünya'dan gelen yaklaşık on altı bin ton gümüş, önemli bir kısmı Avrupa'daki savaşları desteklemekte kullanılmak üzere İspanya ve Portekiz'in kasalarını doldurmuştu. Altın ve gümüş arayışının, pek çok bölgenin keşfi, iskânı ve çevre sağlığı üzerinde muazzam etkileri oldu. Örneğin on dokuzuncu yüzyılda California, Avustralya, Güney Afrika, Yeni Zelanda ve Kanada'nın Klondike bölgesindeki "altına hücum" süreçleri, buraların yerleşime açılmasında önemli rol oynadı. Dahası dillerimizde de bu metallerle ilgili pek çok sözcük ya da deyim bulunuyor: altın standardı, altın gibi, altın kalpli, altın yıllar... Tarihte koskoca dönemler, metallerin önemine işaret eden adlar aldı. Kalay ve bakırın bileşiği olan bronzun silah ve alet yapımında kullanıldığı bronz çağını, demirin dökümü ve demir araç gereçlerin kullanımıyla tanımlanan demir çağı izledi.
Ama tarihi biçimlendiren yalnızca kalay, altın ve demir gibi metaller mi? Metaller birer element, yani kimyasal tepkimelerle daha basit maddelere bozunamayan maddelerdir. Doğada yalnızca 90 element bulunur ve çok küçük miktarlarda olmak üzere 20 kadar da insan yapımı element eklenmiştir. Oysa yedi milyon kadar bileşik, yani belirli oranlarda kimyasal olarak birleşmiş iki ya da daha fazla elementten oluşan madde vardır. O halde, tarihte çok önemli roller oynamış bileşikler, yokluklarında uygarlığın gelişmesinin çok farklı olacağı bileşikler, dünyada olayların seyrini değiştirmiş bileşikler de bulunmalı. Bu heyecan verici fikir, bu kitabın her bölümünün altında yatan birleştirici temayı teşkil ediyor.
Bazı sıradan ve sıradışı bileşiklere bu farklı perspektiften baktığımızda ortaya son derece ilginç hikâyeler çıkıyor. 1667 yılında imzalanan Breda Antlaşması'yla Hollandalılar, günümüz Endonezyasındaki Java adasının doğusunda yer alan Maluku (ya da Baharat) Adaları'nda küçücük bir grup oluşturan Banda Adaları'ndaki Run adasına –ufak bir atol– karşılık Kuzey Amerika'daki yegâne yerleşimleri üzerindeki haklarından vazgeçtiler. Bu antlaşmanın öteki tarafı olan İngiltere de, işe yarar tek varlığı hintcevizi bahçeleri olan Run adası üzerindeki meşru haklarından vazgeçerek, dünyanın öte tarafında başka bir toprak parçasının, Manhattan adasının mülkiyetini aldı.
Hollandalılar, Doğu Hint Adaları'na ve efsanevi Baharat Adaları'na ulaşmak için bir Kuzeybatı Geçidi arayan Henry Hudson'ın bölgeyi ziyaretinden kısa süre sonra Manhattan üzerinde hak ilan etmişlerdi. 1664 yılındaysa, Hollandalıların Manhattan'da kurup Nieuw Amsterdam (Yeni Amsterdam) adını verdikleri yerleşim biriminin valisi Peter Stuyvesant, koloniyi İngilizlere teslim etmek zorunda kaldı. Hollandalıların bu gaspa ve öteki bazı toprak ihtilaflarına karşı çıkmaları nedeniyle iki ülke üç yıl süreyle savaştı. Bu arada Run adasının İngiliz egemenliğinde olması, hintcevizi ticareti üzerindeki tekelini pekiştirmek için adaya gereksinim duyan Hollandalıları kızdırıyordu. Bölgede uzun süredir acımasız bir sömürgecilik, katliam ve kölelik düzeni kurmuş olan Hollandalılar, İngilizlerin bu kârlı baharat ticaretine burunlarını sokmalarına izin vermek niyetinde değildi. Dört yıl süren bir kuşatma ve kanlı savaşlardan sonra Hollandalılar Run'u işgal ettiler. İngilizler de buna Hollanda Doğu Hindistan Şirketi'nin kıymetli yüklerle dolu gemilerine saldırarak karşılık verdiler.