Ali Bulunmaz, ''Yarım bir adamın hikâyesi'', Cumhuriyet Kitap Eki, 29 Aralık 2011
Özgeçmişine bakıldığında, Gerbrand Bakker’ın hayli ilginç bir kişilik olduğu görülüyor. Çiftçi bir aileden gelen ve Amsterdam Üniversitesi’nde Hollanda edebiyatı okuyan Bakker, profesyonel bir bahçıvan. 2003-2006 arası Clusius College’da bahçıvanlık öğrenimi gören yazar, çocuklar için hazırladığı etimoloji sözlüğüyle adını duyurdu.
Yukarıda Ses Yok, Bakker’ın 2006’da yayımlanan ve IMPAC Dublin Edebiyat Ödülü’nü kazandığı romanı. Bakker’ın bu kitabıyla IMPAC ödülü kazanan ilk Hollandalı olduğunu not edelim.
Sorular ve çelişkiler içinde biri
Bakker’ın Yukarıda Ses Yok’u başkahraman Helmer’ın hayatına odaklanıyor. Biraz trajik bir geçmişe sahip olan bu adam, eski defterlerin aslında hiç kapanmadığını anladığında günleri hareketlenmeye başlar. Helmer’ın geçmişe takık halini, yatalak babası tarafından el üstünde tutulan ölmüş ikiz kardeşine dair iç dökümleri onu takip ediyor.
Bakker, Helmer’ın dilinden öncelikle manzarayı anlatıyor bize: Yatalak baba, eskiden annesiyle pederinin yattığı odanın şimdi Helmer’a ait olduğu, küf kokulu ev, kırın görüntüsü, kürekçilerin uğrak mekânı göl ve değirmen. Tüm bunlar Helmer’ın nasıl bir çevrede hayatını devam ettirdiğini anlamamıza yardımcı olurken gelecek olaylar için okuru hazırlıyor.
Bu betimlemeler içinde anlatıcı Hemler, 1947’de beraber doğduğu, hatta birkaç dakika büyük olduğu ikiz kardeşine getiriyor sözü; küçüklüğünde çoğu zaman bir siluet olarak gördüğü ikizi Henk’e. Hemler kardeşiyle beraber, geçmişteki çiftlik yaşantısına atıflar da yapıyor. Bir bakıma, ailesi ve çiftliği bir bütün halinde görüyor. Tabii bu arada kendine de bir sayfa açıyor:
“Ömrüm boyunca hep korktum. Sessizlikten ve karanlıktan. Uykuya kolay kolay dalamamışımdır hiç. Ne olduğunu çıkaramadığım bir gürültü duymayagöreyim, kaçıverir benim uyku. Yine de geceleyin dışarıda neler olur biter diye kafa yormaktan oldum olası kendimi alamamışımdır. Çakıl patikadan metrelerce yüksekte olduğunu bilmeme karşın, pencerenin önünden neler geçirmezdim eskiden. İki omuz görürdüm, evin ön duvarına tırmanmaya çalışan birinin gergin, kalkmış omuzlarını. Pars gibi; bazen bir kolunu denizlikten atıp içeriye kıvrıldığı bile olurdu gelenin. O zaman yanı başımda uyuyan Henk’in soluk alıp verişini dinler ya da sonraları olduğu gibi onun bitişikteki odada yattığını gözümün önüne getirirdim ve gördüğüme inandığım o omuzlar veya her neyse kaybolup giderdi. Aklımın bir köşesiyle görmemin imkânsız olduğu şeyler gördüğümü de bilirdim ama.”
Helmer’ın garip çelişkileri, kaygıları ve bocalamaları var. Bakmak zorunda olduğu yatalak babasını suçlayıp suçlamama, onun hayatı ve yaptıklarını sorgulamayla sorgulamama arasında mekik dokur adeta. Babasının her şeyiyle ilgilenirken bir taraftan da geçmiş günlere dönüp muhasebe yapmayı ihmal etmez; burada anlattıkları klasik “sorunlu çocuk” sorunsalının ötesinde, biraz paylaşım, biraz birliktelik ve biraz da tek vücut olmakla ilgili: “Kardeşimin ölümüne değin biz Henk’le Helmer’dık, oysaki büyük olan bendim (…) Henk’le Hemler, Helmer’la Henk değil. Hayatının ilk dört-beş yılına dair belleğinde hiçbir şey kalmayanlardanım ben. Ara sıra bir şey hatırlayacak olursam da bunun, aklımda başkalarından işittiklerimden kalmış olduğunu, saf bir anı olmadığını düşünürüm. Zihnimde her şey ellili yaşlarda başlar. Ondan önce pederin bizi ne sıklıkla dövdüğünü hatırlamam. İkimizin bir oluşu, birlikte diklenen iki oğlanla uğraşmak zorunda kalışı küplere bindirirdi pederi (…) Köteğin çoğunu ben yerdim, çünkü ben büyüktüm ve ‘bütün bunlar benim başımın altından çıkıyor olmalıydı.’ Elleriyle döverdi; fırsat bulursa sabosunun birini çıkarır, kıçımıza kıçımıza, bazen de sırtımıza vururdu. Adımın, bu davranışıyla bir ilgisinin olduğunu düşünürdüm. Hemler, anne tarafından gelen bir addı, Henk ise babamın ismiydi.”
Bakker, Helmer’ın küçük gibi görünen ama hayli büyük patlamalara gebe dünyasını anlatırken Henk’in eski sevgilisi Riet’ten gelen mektupla sarsıntının en şoturunu okura yaşatır. Helmer, aldığı bu mektupla adeta boyut değiştirir.
Riet, Henk’in hayatına girmeden önce Helmer, on dokuz yaşında ölen ikizinin sadece kendine ait olduğunu düşünür. Mektuplar gelmeye ve telefonlarda konuşmalar başladığında Helmer, çok derinlerde kalan tortularıyla yüzleşir; Henk’le birlikte Riet’le tanıştığı ve onu ne kadar güzel bulduğunu düşündüğü gün aklına gelir. Aradan yıllar geçmiştir ama her şey ilk andaki gibi canlıdır. Riet’in mektup ve telefonlarının gelmeye başladığı günlerde Helmer kendine bir soru sorar: “İnsanın bir ikizinin yarısına âşık olması nasıl bir şey?”
Anlattıklarına bakılırsa Helmer, aynı anda pek çok şeyi düşünmeye çalışıyor, bu yüzden belki zihni yıpranıyor belki de tam yanıt bulacakken yeni sorularla karşılaşıyor, örneğin: “Henk neden çiftçi oldu?”, “Neden Henk babasının asıl oğluydu?”, “İnsan neden asla yeni biri olamaz?”
Bozulan büyü
Helmer’ın hayatına baktığımızda oldukça düz çizgide bir ilerleme varmış gibi görünüyor ama içinde oldukça çetrefilli ve labirente benzer yollar bulunuyor. Anne ve babasından başlayarak çiftlik yaşamına, ikizi ve yarısı Henk’e ve Riet’e dek pek çok soru kafasında dönüp dolaşıyor. Bakker’ın romanda yarattığı Hollanda sonbaharı havası, Helmer’ın her dem zihnini kaplamış durumda.
Helmer, aynı bedende dolaşan ikizi sanıyor Henk’i ve onunla ilişkisini anlatırken hep iyimser. Ancak bir gün geliyor, büyü bozuluyor: “Riet çıkageldi sonra. 1966 Ocağında odasına girip de yatağına yatmak istediğimde kovdu beni Henk. ‘Defol!’ dedi. Nedenini sordum. ‘Budala’ dedi. Terk ettim odasını, söylene söylene iç çektiğini duyuyordum. Titreye titreye yatağımın yolunu tuttum. Don vardı dışarıda, yeni yılın ilk günleriydi, ertesi sabah baştan aşağı buz çiçekleriyle kaplanmıştı cam. İki bedenli ikizlerdik artık biz.”
Riet’le Helmer’ın mektuplaşmaları, eski sorunları gün yüzüne çıkarır. Mesela Riet’in, Henk ve Helmer’ın babasını sevmediği, Riet’i evden kovuşu, Henk’in hiç yalan söylememesi ve gönlündeki her şeyi ona vermemesine karşın Helmer’ın yalancının teki oluşu. Bütün bunlar ve daha fazlası hep mektup satırlarından yansıyanlar. Helmer’ın Riet’le ilgili kafası epey karışmışken şu onu hep kovalar: “Yıllardır yarım yapıyorum her şeyi. Yıllardır bedenim yarım. Ne omuz omuzayım ne de göğüs göğse; ne de yan yana olabilmenin doğallığı var yıllardır.”
Eski defterleri ortalığa saçan zaman
Helmer, annesi ve kardeşinin ölümünden sonra kendini yalnız hisseder; bu yalnızlığı, babasının ölümünün ardından beklemediği şekilde keskinleşir. Hatta babasının cenazesinde şöyle düşünür: “Ölen ölür. Giden gider, hem nasılsa görecek değilim. Bu yüzden cenazesinde yalnız değildim pederin. Cenaze töreni ölen için değil, kalanlar içindir, pederin sessiz sedasız gömülmek istemesini çok bencilce bulmuştum.”
Hayatını geçirdiği ve hemen her şeyi doğduğu kırsalda yaşayan, engin manzarası ve konumuyla zihninde büyük iz bıraktığı bu yerde Helmer’ın ölüme, yalnızlığa, geçmişe ve eski hesaplara kafasını fazla yorduğu bir gerçek. Bunu varoluşsal bir sorgulama haline getirdiği de şüphe götürmüyor. O nedenle gerçekten bocalıyor. İşte bu bocalamalar, Helmer’ın neredeyse bütün hayatını kaplıyor. Olgunluk döneminde geçmişin tenindeki izlerini taşıyor. Dolayısıyla zaman, onun için hem defterleri açmasını sağlayan hem de o defterleri kafasına yüzüne çarpan bir öğeye dönüşüyor.
Durgun ve tekdüze görünen fakat bir türlü bitmeyen hesaplaşmalar yüzünden sağa sola toslayan bir yaşamın ete kemiğe bürünmüş biçimi Bakker’ın yarattığı Helmer karakteri. Kafası hep dolu, sürekli bir şeylerle meşgul bir insan Helmer: Hem geçmişe ait hem de günümüz bireyinin satırlardan yansıyan şekli.