Sunuş, s. 15-21.
Samar Yazbek
Devrim hakkında yazmak kolay değil. Ahlaki bir ikileme yol açıyor: Bizzat devrimin mayalandığı yerin dışında harcanan bir çaba geçerli midir? Susmak ve aktivizm mi tercih edilmelidir? Yoksa, kimi zaman devrimin meydana geldiği yerdeki gerçekliğin bir adım gerisine çekilmeyi gerektirse bile, yazmak da geçerli bir katılım biçimi olabilir mi? Sonuçlarından emin olamayacağımız tercihlere götüren sancılı sorular bunlar. Yine de tarihe baktığımızda, devrim üzerine en büyük yapıtların çoğunun, hiçbir zaman olayların merkezinde bulunmamış, kenarda durmuş ya da gelişmeleri uzaktan izlemiş yazarlar tarafından yazıldığını görüyoruz.
Özellikle Facebook, Twitter ve diğer internet platformlarının yazının etkisini daha da artırdığı, yazma uğraşının politik aktivizme derinden bağlı olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Bu yeni iklimde, öncelik yaşanan olayların hızla aktarılmasına ve özümsenmesine veriliyor. Sonra bunlar elenerek önemli olan belirleniyor ve kamuoyu oluşturabilecek bir tartışma alanı yaratılıyor. Söz konusu devrimleri baştan itibaren şekillendiren bu yeni iklim, klasik yazar kavramının, yazarın geleneksel olarak kabul gören rolünün ve etkisinin sonuna işaret ediyor. Artık herkes yazabiliyor ve Facebook aktivistlerinin sayfalarında paylaşılan kısa metinler önemli belgeler haline geliyor. Bu devrimler, devrimci ve entelektüel kuramlaştırma sürecinin önüne geçti, yine de şimdi yeni bir edebiyat biçimi tarafından betimlenmeyi bekliyorlar: yaşanan ânın içinde biçimlenen bir yazı.
Bu kitapta anlatılanlar, sivil bürokrasi kılığındaki diktatörlükler altında ezilen toplumların yaşadığı duruma ilişkin derin bir kavrayış kazanmamızı sağlıyor. Bu toplumların ölümcül zaaf ve kusurlarını tanımlayarak, onları daha da zorlu değişimlerin beklediğini gösteriyorlar.
Khawla Dunia Suriye hakkında yazıyor. Tanıklığı, halkın özgürlük ve onur talebiyle sokaklara dökülme kararına ışık tutması açısından önemli. Halkla ilişkiler ve kültürle ilgilenen eski bir politik mahkûm olan yazarın anlatısı, aslında bu kitabın tümünde gözlemlediğimiz, öznel deneyimle nesnel aktarım arasındaki etkileşimin bir örneği. Ama burada kişisel olan, aktarılan günlük olaylara öncelik tanımak için adeta dışlanıyor: Suriye'de durum trajik çünkü devrimlerin en kanlısı yaşanıyor. Sanki yazar Suriye'de demokratik muhalefetin tarihini yazarken, devrime kapılıp gidiyor. Khawla Dunia'nın yazdıklarından yola çıkarak, orada yaşanan olaylar silsilesi hakkında bir fikir edinmek, devrimin ilk günlerinden beri sivil toplum hareketi içinde çalışan bir kadın olarak öznel deneyimlerine nüfuz etmekten daha kolay. Artık Suriye güvenlik servisleri tarafından izlense de, Khawla Dunia çalışmalarını hâlâ sürdürüyor. Devrimin ilk günlerinde Khawla Dunia şiir yazmaya başladı. Suriye'de olup bitenler onu kendisini yeniden keşfetmeye yöneltti. Artık yalnızca politik alanda faaliyet gösteren bir kadın değil, aynı zamanda bir şair.
Jamal Jubran'ın Yemen'deki deneyimleri farklı esintiler taşıyor. Bu deneyimler, kişisel ve varoluşsal olanın hakkını etkileyici ve dokunaklı bir incelikle veriyor; yazarın devrim öncesinden bugüne dek uğradığı zulmün canlı ve insani bir anlatısını oluşturuyorlar. Yazarın kendi acısı, Ali Abdullah Salih'in diktatörlüğü altında tüm Yemenlilerin yaşadığı deneyimin bir parçası. Basın ve politika dünyasıyla erken tanışmış birinci sınıf bir gazeteci olarak yeteneği, Jamal Jubran'ın yazdıklarına ayrı bir değer kazandırıyor. Devrimin çeperinde kaldığını dürüstçe yazıyor, olayların merkezinde yer almamakla birlikte devrimi desteklemek ve onun bir parçası olmak için elinden gelen her şeyi yaptığını açıkça belirtiyor — ve görünen o ki bunu başarmış da. Bizimle konuşurken keskin, ustalıklı ve aynı zamanda hüzünlü bir üslup kullanıyor ama bir nebze iyimserlik de yok değil söylediklerinde. Bu otobiyografik parça edebi açıdan istisnai bir meziyet sergiliyor.
Bahreyn'den Ali Aldairy, kendi öyküsünü ve ülkesindeki devrimi müthiş bir öfkeyle anlatıyor; uluslararası ve Arap haber ajanslarının neredeyse tam bir medya karartması uygulaması nedeniyle dünyanın hakkında pek az şey bildiği, görmezden gelinen bir devrimin öyküsü bu. Ama Aldairy'nin öyküsü farklı. Yabancı gözlemcilerin yaşanan durum karşısında nasıl afalladığına açıklık getiriyor: Kimileri bu durumu Sünni El Halife yönetimine karşı Şiilerin devrimi olarak adlandırıyor, kimileri ise plütokratik yönetici sınıfa karşı yoksulların ve dışlanmışların ayaklanması ve devrimi olarak. Yazar, tarafsız olduğunu iddia eden ama kendini acı çeken ve haksızlığa uğrayan insanların yerine koyup empati kuramayan aydınlara karşı kızgınlığını ifade ediyor. Bizim de sık sık tanık olduğumuz korkaklık ve halkın yanında yer almaya isteksizlik karşısında, derin bir varoluşsal soruyla uğraşıyor: aydına yaraşır rol. Aydının gerçek ve yaşamsal görevi toplumu değiştirmektir, ama Bahreyn'deki aydınların yapmayı başaramadıkları şey tam da bu. Ali Aldairy bunu kendi kişisel deneyimlerini aktararak açıklığa kavuşturuyor; yazdıkları acı dolu.
Mohamed Mesrati, Muammer Kaddafi rejimine karşı çıktığı için ülkeyi terk etmek zorunda bırakılan ailesinin öyküsü aracılığıyla, diktatörlük altındaki Libya'yı ustalıkla anlatıyor. Çocukluk arkadaşlarıyla ilişkisini ve devrim sırasında duyduğu ülkesine dönme arzusunu yansıtan büyüleyici bir hikâye örüyor. Mohamed için Libya devrimi hakkında yazmak bir bakıma eve dönüş, yeniden kavuşma anlamına geliyor; sosyal medya aracılığıyla katkıda bulunmaktan ya da annesinin politik aktivizminden söz ederken, bize tam oradan, devrimin bağrından geldiğini anlatmaya çalışıyor. Belki de, yerinden edilmiş, sürgüne gönderilmiş, tüm dünyaya dağılmış çok sayıda Arabın uykusunu kaçıran kimlik sorununa onun verdiği yanıt bu. Ama Mohamed Mesrati, ünlü bir yazar olma hayalini başka bir hayalle, Libya'nın sivil bir demokrasiye dönüşmesine dair devrimci hayaliyle harmanlıyor; bu iki hayal birbiriyle iç içe geçerek sarmal biçiminde ilerliyor.
Malek Sghiri, Tunus'tan ve bu ülkenin Yasemin Devrimi'nin içinden, aktivist bir öğrenci olmayı anlatıyor. Politikayla büyümüş olan yazarın babası yedi yıl boyunca hapis yatmış. Malek, bir asırdır politik muhalefet içinde yer alan bir aileden miras aldığı mücadeleyi sürdürüyor. Anlatısının belki de en önemli yanı, kendi oldukça kişisel öyküsü aracılığıyla aktardığı Tunus öğrenci hareketi ve bu hareketin devrimdeki rolü konusunda verdiği ayrıntılar. Yazar aşk, yediği dayaklar, kaçırılması, hapsedilmesi ve alıkonması hakkında konuşmaktan kaçınmıyor. Bin Ali'nin gidişiyle devrim sona ermedi, bilakis iktidarı yeniden ele geçirmeye çalışan eski rejimin kuklalarına karşı mücadeleyle yeniden başlıyor. Devrim ve protestolar devam ediyor; mücadele sürüyor.
Malek Sghiri duyduğu acıyı saklamaya çalışmıyor, devrimin yarattığı gerçek önderliğin artık meydana çıkacağına dair umudunu da. Devrimi biçimlendirdiği için itibar görmeyi en çok hak edenlerin, gereken takdiri asla görmediğine inanıyor. Burada katıksız bir çelişki görüyoruz ve düş kırıklığının kaynağını anlıyoruz: yazarın romantik devrimci hayalleriyle, insanların meydanlarda haykırarak yaptığı isyancı bir halk devriminin şimdi konferans merkezlerinin, bakanlıkların, televizyon stüdyolarının sessiz koridorlarına ve toplantı odalarına terk edilmiş olması gerçeği arasındaki uçurum. Malek Sghiri, devrimin başarıya ulaştığını ilan etmek için çok erken olduğunu, Tunus'ta devrimin devam ettiğini anlatıyor. Önemli olan, yaşadığı deneyimin onu bilemiş olması ve öğrenci hareketi içindeki çalışmasına daha büyük bir farkındalık ve adanmışlıkla bağlanmasını sağlamış olması.
Suudi Arabistan'dan Safa Al Ahmad, yazısında Katif'te acımasızca bastırılan protesto gösterilerini ve protesto hareketine karşı genel suç ortaklığını anlatırken, sanki tüm devrimlerin ortak deneyimini özetliyor. Suudi Arabistan'da bazı şeyler kellenize mal olabilir, buna rağmen insanlar duvarlara "El Suud'a Ölüm" yazmaktan kaçınmadı ve Bahreyn'deki devrimi destekleyen Şiiler başta olmak üzere, halk protesto hareketini sürdürdü. Suudi Arabistan'da kadınların araba kullanmaları hâlâ yasak; yasa tarafından cezalandırılan bir suç. Bu koşullarda bir devrim nasıl kök salabilir? Suudi Arabistan'da yaşanan deneyim acı dolu, buruk ve çaresiz bir deneyim, ama incelenmesi gerek. Uluslararası suç ortaklığına karşın, Amerikalıların ve diğer Körfez devletlerinin desteklediği bir monarşiye karşı başarılı bir devrimi örgütlemenin güçlüğüne ve tehlikesine karşın, hâlâ umut var; zaman alacak olsa bile.
Cezayir, hüzünlü ve buruk bir tarihe sahip; statükoya karşı gerçekleştirilen ve sonuçsuz kalan ayaklanmalar tarihi. Bu tarihin başlangıcı, Arap dünyasındaki güncel devrim dalgasından çok öncesine dayanıyor. 1990'larda yine erken gelen bir son, Cezayir toplumunda büyük acılara yol açtı. Cezayir'de kadınların İslami köktendinciliğin yükselişinden ne denli mağdur olduğu düşünüldüğünde, ülkede yaşananlara ilişkin tanıklığın bir kadına, Ghania Mouffok'a ait olması anlamlı. Bu kadının bir anne ve gazeteci olması daha da anlamlı. Mouffok çağdaş Cezayir tarihi, masallar ve trajediler, acılarından kurtulmak için kendini ateşe veren insanlar hakkında yazıyor ama bize bir çözüm değil, bir betimleme sunuyor. Diğerleri gibi o da korku ve özlem dolu ülkesindeki olayların seyrini izliyor.
Mısır devriminden söz ederken Yasmine El Rashidi de kişisel deneyimin prizmasından bakıyor. Olayları büyük bir titizlikle betimliyor. Devrimden önceki yaşamını ve bu yaşamın kitlesel isyana katılmasına nasıl zemin hazırladığını anlatıyor. Protestolar hakkında, devrime katılışı ve ailesi hakkında yazıyor. Diğer yazarlarda gördüğümüz gibi, burada da kişisel olan, yalnızca devrimin gelişmesini sağlayan mekanizmaları aydınlatmaya hizmet ediyor. Yazarın hikâyesi, enerji ve belirsizlikle, geleceğe duyulan özlemle dolu ve kadınların devrime katılmasının önemine ışık tutuyor.
Nitekim bu kitaptaki yazarların yarısı kadın; bunu aklımızda tutarak bir an için durup kadınların olaylarda oynadıkları rolü ve geleceğin onlar için ne vaat ettiğini düşünelim. Bu devrimlerin başlamasında rol oynayan, devrimlere katılan ve bu uğurda canını veren kadınlar şimdi ne durumda; takip edilen, gözaltına alınan, tecavüze uğrayan, öldürülen kadınlar? Kadınların davasına daha da fazla zarar verebilecek sonuçlara yol açtığı görülürken, kadınlar devrimlere nasıl katılabilir? Libya'da ve Tunus'ta olan bu. Haklarının anayasayla güvence altına alınmasını sağlamak ve hukukun kadınlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmadığı bir yaşam elde etmek için mücadele eden Arap kadınlarının deneye deneye kaydettiği ilerlemeyi İslamcı hükümetin geri sarmaya çalıştığı Mısır'da halen olan da bu.
Bu çetin bir soru ve hâlâ Suriye'de kanın gövdeyi götürdüğünü, daha nice yerde oluk oluk kan akıtıldığını düşünecek olursak, karmaşık bir yanıtı var. Son derece zor ama mecburi bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Yerleşik toplumsal ve politik sistemlere karşı gerçekleşen bu devrimlerin seyri içinde ortaya çıkan mücadele ve çatışmalara göğüs germek gerekiyor çünkü bir diktatörün sonu, işimizin bittiği anlamına gelmiyor. Arap dünyasında diktatörlerin düşüşünün, gerçek devrimin başlangıcını gösterdiğine inanıyorum. Kadınlar için her şey bir o kadar daha zor olacak. Diktatörlerle savaşmak zorunda kaldılar ve şimdi de bölgedeki ölü doğmuş sekülarist hareketlere tepki olarak ortaya çıkan İslami ekstremizmin çeşitli biçimleriyle savaşmaları gerekiyor. Mısır'daki olaylar, rejimler devrildikten sonra bile devrimlerin sürdüğünü kanıtlıyor.
Biz kadınlar gerçek bir sorunla karşı karşıyayız, birkaç sayfada özetlenemeyecek kadar büyük bir sorunla, ama hiç kuşku yok ki bu diktatörlük sonrası dünyada kadınların yeri en can alıcı ve yakıcı konu olacak. Ne olursa olsun, daha da ileriye gitmek bu kadınlar için tek geçerli seçenek.
Bu tanıklıklar, kişisel deneyim ve insani ayrıntılar aracılığıyla, devrimlere dönüşen hareketlerin nasıl başladığına dair bir fikir veriyor. Arap dünyasında benzersiz bir şey oldu: Seçkinler ve sokak yan yana yürüdü. Arap devrimleri ve bunların dünya çapında bundan sonra yol açabileceği muazzam değişimler hakkında son hükmü vermek biraz acelecilik olabilir. Tanıklıklar, halk ayaklanmasının nasıl protesto gösterilerine, bu gösterilerin de devrimlere yol açtığına açıklık getiriyor; gelişmenin son aşaması olan devrimin orta sınıfların çocukları, ılımlı, açık fikirli bir İslamın takipçileri ya da sekülaristler tarafından başlatıldığını ve sokağın önce davrandığını, bu çabaların orta sınıf seçkinler tarafından ancak sonradan sahiplenildiğini, tersinin söz konusu olmadığını kanıtlıyor; değişimi seçkinlerin başlattığı, kitlelerin arkadan gelerek onlara yetişmeye çalıştığı şeklindeki alışılagelmiş varsayım artık duruma uygun düşmüyor.
Her şeye karşın, bunlar hâlâ ilerlemekte olan devrimler: Bazı ülkelerde diktatörler devrildi, bazılarında ise hâlâ kan akıyor. Herhangi bir değişimi düşünmenin bile olanaksız göründüğü, dini monarşiler tarafından yönetilen ülkeler de var.
Bu anlatılar kişisel olanla genel olan arasında gidip geliyor ama hepsi tek bir noktayı ifade ediyor: devrim döneminde yazmanın değişim sürecinin bir parçası olduğunu. Öznel olanla tarafsız olan arasında hareket eden bu öyküler, bize kahramanlığın ve geleceğe ilişkin umudun örneklerini sunuyor.