Oylum Yılmaz, “Her şeye ve herkese karşı, ‘aynen’ Lacan”, Sabit Fikir Dergisi, 28 Ocak 2013
Sözcüklerin, şeylerin, listelerin, koleksiyonların, yerlerin, yer değiştirmiş nesnelerin, anlamların terse döndürülmesinin, yarığın, doymaz keyfin, dünyanın kökeninin, bir meydan okuma gibi yaratılan ve başkasına yönlendirilen nefretin oluşturduğu çığın Lacan’ı, yani her şeye ve herkese karşı Lacan… Yirminci yüzyılın hem en zor anlaşılan hem de en etkileyici düşünürlerinden biri Jacques Lacan. Etrafına bir şeytan ve bir idol olarak, nice mitler kondurulmuş, varlığına nice mitler yakıştırılmış, onu anlama şekillerinden bile nice ekoller doğmuş. Hem yapıtının zor anlaşılırlığı hem de karakterinin iniş çıkışlılığı Lacan adına yazılan kitapları, üzerine yapılan analizleri bir tür patlamaya dönüştürür malum. İşte Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan, bu varlığıyla da, yapıtıyla da "bir tuhaf" olan adamı anlama yolunda atılan adımlardan biri. Elisabeth Roudinesco hem bir tarihçi hem de Lacan’ı yakından tanıyan bir psikanalist olarak Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan'da doğası gereği ilginç bir Lacan portresi ve analizi çıkarıyor.
Peki kimdi Lacan? Ya kendisinden önce olan biteni unutma eğilimde ya da bugün ve gelecek adına geçmişte olan biteni çarpıtıp göklere çıkaran bireyci ve pragmatist günümüz insanı için birini tanımak ve anlamak mümkün mü gerçekten? Sapık, cani, sahtekâr, Maocu, tecavüzcü, silah koleksiyoncusu demek, ya da denilene inanıp düşünmeden geçmek varken Lacan’ı niye tanımaya çalışalım? Yanıtımız da paradoksal olarak pragmatist olacak belki ama vermek zorundayız: Psikanalizden gelecek şifa için... Elisabeth Roudinesco’ya göre psikanaliz ne olursa olsun kendi hakikatinin peşinde koşmaktan vazgeçmiyor çünkü ve çağın iki eğilimine, yani zevk düşkünlüğü ile kendi kimliğinin üzerine kapanmaya ters düşüyor.
“20.yy Freudcuydu, 21. yy. daha şimdiden Lacancı’dır.” Çünkü her şeyden önce Lacan bizim zamanımızı önceden biliyordu. “Irkçılığın, cemaatçiliğin, cehalet tutkusu ve düşünce nefretinin tırmanacağını (…), devrim ve aydınlanmanın çıkmazlarını, dine dönüşen bir bilime, bilime dönüşen bir dine ve sadece biyolojik bir varlığa dönüşen insana inanılacağını haber vermiştir. ‘Pek yakında’, diyordu daha 1971’de, ‘ırkçılık adını vereceğimiz ve sırf konuştukları için her türden bilinç/vicdan sorunuyla karşı karşıya kalan varlıklarla hayatın yeniden üretimi düzeyinde her şeyi denetimi altına alacak ayrımcılık sorununun içinde boğulacağız.’”
Öncelikle, söz… Bilinçdışını bir dil olarak ele almıştı Lacan. İnsan denen varlığın içinde durmadan onun varlığının üzerindeki örtüleri kaldırmaya sevk eden bir sözün yaşadığını göstermişti. Söz, baştan çıkarıcıydı, uzun uzadıya aklı yürütmelerle dolu ve taşkın ve hatta küfürbazdı.
Fantaziler ve yansıtmalar... Lacan aşkı nefrete, tanrı buyruğunu bir geri tepme telkinine dönüştürmeyi seviyordu. “Böylece başkasıyla her türlü ilişki biçiminden, bilinçdışının negatifliğinin ebediliğini ortaya çıkarmış oluyordu: Işık ve gölge oyunu, sözün acımasızlığı, fanteziler, yansıtmalar.”
Bir kaygı ustasıydı Lacan, kaygı kliniğinde uzmanlaşmıştı. Kaygının, tıpkı depresyon gibi liberal ve bireyci toplumların semptomu haline geldiğini düşünürsek, manidardı...
Çapkındı, egosantrik ve erotikti… Aşktan kaçınmıştı hep. “Aşk insanın kendisinde olmayanı, istemeyen birisine vermesidir.” Ondandır ki aşka ruh ile ölmek arasında gidip gelen adlar veriyordu…
Her zaman bir şeyle ve onun tersiyle uğraşıyordu: Yasak ve yasağı delme, aile ve aile içi kavgalar, simgesel düzen ve pat diye ortaya çıkan gerçek, imgesel kapılma (ayna) ve bundan koparılma (gözden düşmüş nesne).
Dünyadaki kargaşanın en duyarlı seyircilerinden biri, ulusların, devletlerin politikalarının külyutmaz bir yorumcusu, insan ruhunun gölgelerinde ustaca gezen, kendi gölgelerine de değmekten çekinmeyen, iyi olduğu kadar kötü, gerçek olduğu kadar şeytan: Lacan… Ne kadar okusak az, ne kadar anlasak yetersiz...