Ali Bulunmaz, “Unutmak bir kara delik”, Cumhuriyet Kitap Eki, 23 Şubat 2012
“Geçmiş”in ne kadar netameli bir konu olduğu ortada. İş, toplumsal bellek oluşturma aşamasına gelince çok daha çatallı yollar bizi bekliyor. Unutma ve hatırlama arasında git geller yaşayan insanın, hafızasından silmeye uğraştığı veya hatırlamamak adına çırpındığı bir dolu hikâye, olay ve kişi var.
“Tarafsızlık” ve trajedileri ıslatıp ıslatıp sunma merakına girişmeden; Beatriz Sarlo'nun deyişiyle “bellek endüstrisi”nin çekimine kapılmadan toplumsal bellek kurulabilir mi? Kurulursa nasıl başarılır? Sarlo'nun Geçmiş Zaman kitabını sürükleyen temel sorular bunlar.
“Bir daha asla!”
Sarlo'nun toplumsal bellek tartışmasına ya da bunun yaratılmasına dönük çabaya girişmesi boşuna değil. Latin Amerika'nın en önemli edebiyat ve kültür eleştirmenlerinden Sarlo, ülkesi Arjantin'in yakın geçmişindeki kanlı ve kayıp günlerin çetelesini tutup hesap sormaya uğraşanlardan. Yalnızca Geçmiş Zaman kitabıyla değil, daha o günlerde muhalif yayın yapan bir dergi (Punto de Vista'yı) çıkartarak bu anlamda ismini duyurmuş. Bugün sular durulduktan sonra o zamanı eşelemek, eleştirel gözle toplumsal belleğin yaratımına katkıda bulunmak için didinmek pek kolay olmasa gerek. Beri yandan unutmaya karşı direniş buradaki en büyük itici güç.
Sarlo'ya göre devletin işlediği cinayetler ve acılara tanıklık, tüm bunlardan türeyen hikâyeleri bir tür kanıta dönüştürüyor. İşte bu nedenle o hikâyelerin yorumlanması; öznel anlatıların, ülkesindeki devlet terörü karşısında ayağa dikilmesi Sarlo için hayli önemli. Onun için “geçmiş manzarası” yaratma, toplumsal belleğin kuruluşu için dikkate değer bir unsur. Bunun yapılabilmesi ise geleceği ima etmeye bağlı. Bilinçli ya da bilinçsiz şekilde geçmişe gönderme yapma belirli bir amaçla bir araya gelen gruplar oluşmasını sağlar. O gruplar, geçmişle gelecek arasında söylem aracılığıyla iletişim köprüsü görevini üstlenir.
Resmi tarihten farklı olarak popüler ve sözlü tarih anlatıları, nefes alıp vermeye böyle başlar. Sarlo, 1960'ların ve 1970'lerin Arjantini'ndeki tarihyazımını bu türün içine yerleştirir. Tanıklılıklara dayalı tarihyazımında “sesin ve bedenin dolaysızlığına duyulan güven tanıklıklara yardımcı olur.” Yazar, bunu Arjantin örneğine bağlıyor: “Askeri diktatörlük sonrası Arjantin'de ve diğer birçok Latin Amerika ülkesinde, hatırlamak görev olmuştu, tanıklıklar devlet terörünün mahkûm edilmesine olanak verdi; 'Bir Daha Asla' dediğimiz zaman neyin bir daha asla olmamasını istediğimizi biliyoruz. Hukuki bir araç olarak ve geçmişi yeniden inşa edebilmek için diğer kaynaklar sorumlularca yok edildiğinde anı tutanakları, kimi zaman devlet, her zaman da toplumsal örgütlerin desteğiyle demokrasiye geçişte merkezi bir rol oynadı. Tanıklar ve kurbanların anlatılarından elde edilen anı tutanakları olmasaydı hiçbir mahkûmiyet gerçekleşmezdi.” Sarlo'ya göre bu örnekte karşımıza çıkan bellek alanı, devletin suçlarını unutmamak adına direnenlerle tarihte yeni bir sayfa açmaya çalışanlar arasındaki gerilimin kaynağı.
Az önce bahsedilen ses ve beden, deneyim anlatısında öne çıkar. Suskun deneyimi özgür bırakmanın en önemli yolu anlatmaktan geçer; söze döküm, unutmayı engeller ve deneyimi dolaşıma açar. Bir anlamda şokun yarattığı sessizlik halini kırar. İşte bu edim, öznenin dirilişine zemin hazırlar.
Rivayet olunur...
Sarlo için deneyimin anlatılması, ona sahip olmanın ötesinde aktarmanın hayata geçmesi açısından önemli. Aktarımla beraber özne, deneyiminin anlamını inşa edip kendini doğruluyor; “bellek ve anlatılanları yabancılaşmaya ve şeyleşmeye karşı bir 'sağaltma' olarak görüyor. Ancak şu soruyu da atlamamalı: “Deneyimin anlamını yakalamada bellek ve birinci tekil şahıs ne ölçüde güvenilirdir?” Sarlo, soruya yanıt ararken “kimse bir tarihin hakikatini kabullenmeye hazır değilken hepimiz çoğul tarihlerdeki hakikatlere inanmaya çok daha açık gibiyiz” argümanını önümüze sürer. Dahası da var:
“Kuşkusuz bellek tarih için ahlaki bir itki ve aynı zamanda beslendiği kaynaklardan biri olabilir, ancak bu iki nitelik, başka söylemler aracılığıyla ve onlar üzerinden inşa edilebilecek diğer hakikatlerden daha hakiki olduğu iddiasını kanıtlamaya yetmez. Başka herhangi bir durumda reddedilecek iddialara dayanan bir epistemolojiyi bellek üzerine de kuramayız. Hatırlama hakkı ile hatırlananın hakikatini doğrulama eşanlamlı değildir; 'hatırlama görevi' de böyle bir eşitliği kabul etmeyi zorunlu tutmaz.”
Ama nereden bakarsak bakalım konuşmak, anlatmak ve aktarmak, Primo Levi'nin dediği gibi “öfkenin hammaddesi”ne dönüşebilir ve Arjantin'de beliren “Bir Daha Asla!” sloganına evrilebilir pekâlâ. Dolayısıyla belleğin, bu noktadan sonra “ortak bir mülk, bir görev, hukuksal, ahlaki ve politik bir gereklilik” olması kolaylaşır. Fakat Sarlo, “tanıklık hakikatinin fetişleştirilmesine” karşı bir uyarı mimi koymaktan geri durmaz; onu, üstün hakikat haline getirecek herhangi bir girişimin, aynı resmi tarihte olduğu gibi, anlatının sorgulanamaz biçime sokacak her şeye soğuk bakar. Sarlo'nun yaptığı, deneyimin anlatılması ve aktarılmasına önem ve değer verilmesine; onun dikkate alınmasına ilişkin. Çünkü ne de olsa bellek anlatısında anlatıcı, hikâyenin parçası olur ve öykü, ikna retoriğine dönüşebilir. Sarlo'nun dediği gibi tanıklık, anlatıcı olaya karıştığından “söylem”dir ama bu bile o anlatının önem ve değerini ötelemez:
“Bellek söylemini ve birinci tekil şahıs anlatıları harekete geçiren, açıkça kendini ele vermeyen anlamı yakalamaktır; sadece unutmaya karşı kendilerini ifade etmekle kalmaz, bütünlüklü bir yorum salayacak anlamı bulmak için de uğraşırlar (...) Söylem, tekil açısından hatırlanmış deneyimle bağlantısı nedeniyle tarihten çok daha somut ve ayrıntılıdır. Tanıklık, konuşan öznenin kendisini tanık ilan etmesinden ayrılamaz, çünkü o özne olayların geçtiği yerde hazır bulunmuştur. Tanıklığı, olayların gerçekleştiği o yerdeki varlığıyla bir bütün oluşturur ve 'başka hikâyelere karışmış' kişisel bir tarihin belirsizliğini taşır. Bu yüzden, tanıklıklara kuşkuyla bakmak anlaşılabilir bir tutumdur, ancak aynı zamanda, Arendt'in işaret ettiği gibi 'tanıklık toplumsal bir kurumdur', adaletle ilgilidir ve toplumsal güvenle bağları vardır.”
Sarlo, bunu güçlendirmek için “bir tanıklıktaki ayrıntılara hiçbir zaman sahte gözüyle bakılmamalı, çünkü aslında hakikat ayrıntılarda, hatta ayrıntıların üst üste gelmesinde ve tekrarında” der, örnek olarak da Arjantin, Şili ve Uruguay'daki kayıp ailelerinin anlatılarını verir.
Sarlo'nun gündeme getirdiği bir başka konu “rivayet.” Herhangi bir ileti göndermede veya üretmede rivayetlerin önemi büyük, çünkü normal olmayan koşullarda (örneğin cezaevinde) bir bilgiyi aktarmanın en rahat yolu bu. Gizlilik ve baskı ortamı, iletişimi güçleştirdiğinden rivayetin içine sıkıştırılan bilgi dolaşıma sunuluyor: Yasağa karşı iletişimin ayak diremesi! Sürekli hareket halindeki ve hiçbir yerde bellek kaydı olarak birikmeyen rivayet, “göçebeliğiyle” bize selam çakar. Böylece o, hep tekrarlanarak var olur, canlı kalır.
Kaçınılmaz geçmiş
Sarlo, tartışmaya yeni bir boyut katma adına “unutmama” olarak kavramlaştırılabilecek hatırlamayla “vekâleten devralınan anılar”ın ima edildiği “hatırlama” arasındaki ayrıma yöneliyor. Hatırlama edimi ona göre “yaşanmışı hatırlama”yla geçmişe ait anlatı ve imgeleri hatırlamak arasında anlam kaymalarına yol açar; yazar, konuyu daha da derinleştirmek için şu açıklamayı yapar:
“Bellek hatırlayanın deneyimi olmayan ama olaylara karışanların ağzından dinleyerek (ya da resimlerini görerek) ikincil kaynaklardan gelen bilgilerle ikinci derece bir söyleme dönüştürülebilir. Bunlar ikinci kuşak anılardır, kamu ya da aile belleğinde kalan hayırlı ya da trajik olayların anılarıdır. 'Post' öneki bilineni işaret ediyor: Olayları yaşayanların anılarından sonra gelen. Anılarla bu sonradan oluşturulan ilişki, geçmiş üzerine bir söylemi ve bunun duygular üzerindeki etkisini entelektüel açıdan incelemenin tipik çelişkilerini ve çatışkılarını taşıyor (...) Eğer geçmiş yaşanmış geçmiş değilse anlatısı ancak dolayımlar üzerinden gerçekleşebilir, hatta yaşanmış olsa bile bir bölümü dolaylı olarak edinilir.”
Tüm anılar parçalardan oluşur ve Sarlo'nun amacı da bu bütünlüğü var eden parçalara ulaşmak; bir ölçüde onları dinlemek ve anlamlandırmak. Ancak şu da var ki, Young'a göre parçalanma, hatırlamayla hatırlananlar arasındaki boşluktan kaynaklanır. Hatırlama ile hatırlanan arasındaki boşluğu ya da faz farkını dolduran şey ise “bellek anlatısında gerçekleştirilen dilbilimsel, söylemsel, öznel ve toplumsal işlemler; bir bakıma deneyim anlatılarının tipi ve modeli, ahlaki ve dinsel ilkeler, travmalar, değerlendirmeye yol gösteren yargılar...”
Sarlo'nun savunduğu “geçmiş kaçınılmazdır; ne irade ne akıl tanır, aniden hücum eder, gücü ancak şiddet, cehalet ya da sembolik ve maddi yok etmeyle bastırılabilir” tezi, bellek anlatısının kültürel potansiyelini de belirler: “Bellek anlatıları, önceden çizilmiş bir 'bellek tiyatrosu'nda sahneye çıkar; burada karşılaştıkları mekân ideolojik, siyasal veya kimliksel taleplere bağlı olmakla kalmaz, gerek akademik gerekse piyasaya yönelik tarihi etkileyen bir dönem kültürüne dayanır.”
Toparlamak gerekirse Sarlo'nun amacı, deneyimlerin aktarılacağı bir hafıza yaratmak ve belleksizlikten doğan kara değiliğin büyüyerek geleceği içine alması veya yutmasının; yani, zamanaşımından doğacak unutmanın önüne geçmek adına bir adım atmak.