Eray Çaylı, “Tanıklığı sorgulamak”, Agos Kitap/Kirk, Nisan 2012
Sivas Katliamı’nın firardaki beş sanığıyla ilgili davanın zamanaşımına uğramak üzere olduğu günler. Mehmet Ali Birand 32. Gün programında meseleyi iki konuğuyla tartışıyor. Biri, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği kurucularından ve katliamdan sağ kurtulanlardan Ali Balkız. Diğeriyse olayın yaşandığı dönemin Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu. Ekrana büyük harflerle yansıyan alt başlık “Sivas Katliamı: Biri içeriden, biri dışarıdan iki tanık anlatıyor.”
Sivas Katliamı gibi olayları da içine aldığı varsayılan ve son yıllarda “Türkiye’nin karanlık dönemi” olarak adlandırılagelen bir dönem var. Ana akım medyadaki temsiline bakılırsa tam olarak ne zaman başlayıp ne zaman bittiği ve hatta kimler tarafından yönetildiği bile belli olmayan bir dönem bu. Söz konusu dönem ancak bu ‘ele avuca gelmez’ ve ‘sırrına erişilemez’ haliyle tartışma programlarına ve televizyon belgesellerine konu oluyor. Söz konusu platformlarda dönemi ‘aydınlatabilmek’ için güvenilir birer kaynak olarak başvurulanlar arasında ise tanıklar başı çekiyor. ‘Tanıklık’ bu haliyle adeta mağdur, kurban, sanık ve fail gibi pozisyonların tümünü kapsayan bir tür üst-kimlik olarak öne sürülüyor.
Tanıklığın kamusal alanda bu derece ayrıcalıklı bir görünürlük kazanması ve hatta medya ve türlü kültürel üretim kanalı üzerinden piyasa ekonomisinin bir bileşeni haline gelmesinin ne gibi sonuçları olabilir? Geçmişle bugünden kuracağımız ilişkilerde tanıklık her zaman ayrıcalıklı bir statüye sahip olmalı mıdır? Tanıklık her koşulda geçmişe ilişkin başvurabileceğimiz en güvenilir kaynak mıdır? Arjantinli edebiyat ve kültür eleştirmeni Beatriz Sarlo, Türkçedeki ilk kitabı Geçmiş Zaman’da tanıklık kavramını benzer sorular üzerinden tartışmaya açıyor.
Sarlo, son birkaç on yılda kamusal alanda tanıklığa tanınan ayrıcalığa olan itirazını henüz ilk bölümden güçlü bir şekilde yükseltiyor. Yazar burada, “tarih üzerine çalışmaların geç kapitalizmin simgesel pazarına etkin bir şekilde katıldığını” ve bu süreçte tanıklığa merkezi bir rol biçildiğini savunuyor. Yazara göre söz konusu “pazara yönelik” yaklaşımlar, tanıklığı merkezlerine alırken, geçmişi ‘aslına uygun olarak’ yeniden inşa ettikleri ve dolayısıyla ‘hakikat’i ortaya çıkardıklarını iddia edebilmenin amacındalar. Sarlo'nun tartışmaya açmak istediği tam da bu iddia. Tanıklığın yasal ve etik amaçlar doğrultusunda ve de başka hiçbir kanıtın bulunmadığı durumlarda bir başvuru kaynağı olarak kabul edilmesine yazarın herhangi bir itirazı yok. Sarlo’nun eleştirdiği, tanıklığın (özellikle de birinci tekil şahıs tanıklığının) kamusal alanda kazandığı imtiyazlı konum üzerinden “bir Hakikat ikonuna ya da geçmişin yeniden inşasında en önemli kaynağa dönüştürülmesi.”
Deneyim ve anlatı arasındaki mesafe
Kitabın ikinci bölümü deneyim ve anlatı arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Bunu yaparken yazarın asıl amacı tanıklığın, 'deneyim ve anlatıyı birbirine bağlayan ve hakikatin eksiksiz aktarılmasını sağlayan köprü' olduğuna dair inanışı tartışmaya açmak. Sarlo'nun deneyim ve anlatı arasındaki ilişkiye dair sorunlu kabul ettiği iki ana olgu var. Birincisi, geçmişte yaşanmış deneyim ve onun şimdiki zamandaki aktarımı arasında giderilmesi neredeyse imkânsız olan mesafe. İkincisi ise anlatının, özellikle de onun defalarca tekrarının, aktarmayı amaçladığı deneyimin anlamsızlaşmasına yol açabilecek olması. Sarlo, deneyim ve anlatı arasındaki bu çetrefilli ilişkiye dikkat çekerken, bu ilişkiyi sağladığına inanılan tanıklığın da, söz konusu sorunlar nedeniyle, en az diğer başvuru kaynakları kadar tartışmaya açılabilmesi gerektiğini savunuyor. Tanıklığa mutlak bir 'hakikati aktarabilme' niteliği atfedilmesi tam da bu nedenle daha sorunlu hale geliyor.
Sarlo'nun Arjantinli kimliğinin kitaba olan yansımalarından söz etmek de mümkün. Bilindiği üzere, Arjantin 60’lı ve 70’li yıllarda bölgedeki birçok komşusu gibi askeri diktatörlük yönetimlerine tanıklık etmiş bir ülke. O dönemlerde yaşanan suçlara ilişkin ‘yüzleşme’ ve ‘hesaplaşma’ tartışmalarının özellikle son on yılda ivme kazandığı Arjantin, yazarın ‘Tanıklık Retoriği’ ve ‘Deneyim ve Akıl Yürütme’ başlıklı bölümlerdeki analizlerine konu oluyor. Sarlo, bu bölümlerin ilkinde tanıklığın hangi özel koşullar altında ayrıcalıklı bir statüye sahip olabileceği üzerine önermelerde bulunuyor. Yazar tanıklığın, ancak baskı dönemlerinden demokrasiye geçişin ilk yıllarında yaşanan hukuki süreçlerde ve doğrudan suçu ilgilendiren durumlarda öncelikli güvenilir kaynak olarak kabul edilebileceğini savunuyor. Sarlo'nun bu durumlara Arjantin'den verdiği örnek, 80’lerde ülkede Nunca Más (Bir Daha Asla) sloganı altında yaşanan demokrasiye geçiş süreci. Yazar kitabın bu kısmında ayrıca Pilar Calveiro ve Emilio de Ípola gibi güncel Arjantin edebiyatının cunta döneminde işkenceye maruz kalmış olan iki isminin dönemi ele alan eserlerini de inceliyor. Sarlo, bu iki yazarın eserlerinde kendi yaşadıkları deneyimlerle aralarına mesafe koyabildiğini, diğer bir deyişle “kendileri adına konuşmama”yı seçtiklerini belirtiyor. Sarlo'ya göre, tanıklığın güvenli limanına sığınmaktansa bilginin gücüne dayanan de Ípola ve Calveiro, gerçek anlamda entelektüel ve evrensel bir perspektifi inşa etmeyi böylece başarıyor.
‘Postmemory ve Yeniden İnşa Etme’ başlıklı beşinci bölümdeyse Beatriz Sarlo'nun daha ziyade teorik bir tartışmaya dahil olmayı amaçladığı görülüyor. Yazar burada, travmatik olaylara tanıklık eden ebeveynlerinin izini süren 'ikinci kuşaklar'ın geçmişle kurduğu ilişkiyi açıklamak için Marianne Hirsch ve James Young gibi düşünürlerce geliştirilen postmemory (bellek-sonrası) kavramına açıktan karşı çıkıyor. Zaman içinde anıların maruz kalacağı değişim ve tahrifatın kaçınılmaz olduğunu ve bunun kuşaktan kuşağa aktarım süreçlerine özgün olmadığını savunan Sarlo, belleğin tanım itibariyle bir post-luk ('sonra'lık) özelliğine sahip olduğunun altını çiziyor. Tüm bunlar yazarın postmemory kavramını bir tür “kuramsal enflasyon” olarak değerlendirmesine yol açıyor.
İnsan Geçmiş Zaman'ı okurken memleket hallerini düşünmeden edemiyor. Akla örneğin 2008 yılında TRT tarafından yayınlanan Faili Meçhul adlı belgesel dizisinin Maraş Katliamı’yla ilgili olan bölümünde 'tanık'lığına başvurulan katliamın bir numaralı sanığı Ökkeş Şendiller (Kenger) geliyor. Söz konusu belgeselde Şendiller bir yandan ülkücülerin katliamı engellemeye çalıştığını iddia ederken öte yandan da katliamın sorumlusunun (ekrana yansıtılan Hrant Dink görüntüleri eşliğinde) Ermeni sosyalistler olduğunu öne sürüyordu. Hal böyleyken, geçtiğimiz günlerde “bugüne kadar gündeme getirmediğim önemli bilgileri kitabımda anlatacağım” diyen Hrant Dink cinayeti tetikçisi Ogün Samast'ın da yıllar sonra çekilmesi olası belgesellerde 'tanık' sandalyesine oturtulabileceğini söylemek kehanet değil, olsa olsa yalnızca öngörü olacaktır. Tanıklığın kişiyi suç ve sorumluluktan azad eden, neredeyse hukuklarüstü bir konum olarak kamusal alanda yaşadığı bu arsız yükselişe bakılırsa Beatriz Sarlo'nun ikaz ve itirazlarına kulak vermenin tam zamanı.