Hülya Soyşekerci, “Tuncer Erdem’le Gece’de buluşma”, Taraf Kitap Eki, Şubat 2013
Bilge Karasu Gece adlı o müthiş eserinde, ruhunun derinliklerine işleyen 12 Eylül öncesi dönemi; gecenin en koyu, en vahşi karanlığındaki ölüm, şiddet, korku, cinayet ve işkence hallerini etkili imgeler aracılığıyla dile getirdi.
Tuncer Erdem, çok katmanlı bir metin olan Gece’nin ilk bölümünü resimlemiş Gece Kitabı’nda. Erdem’in çizgi dünyasında gece başka karşılıklar da bulmuş; sanatçı, farklı bakış açısıyla Gece’nin anlamlarını görsellik üzerinden yeniden üretip kurgulamış. Erdem’in, Karasu’nun yazınsal metni Gece ile görsel sanatçı olarak kurduğu yakın ve bireysel ilişkideki görme biçimleri ve yorumlar, Gece metnini yeni anlam boyutlarına açarak sıra dışı bir çizgi-öyküye dönüştürmüş. Erdem, Karasu’nun Gece’sinden kendi iç dünyasına yansıyan ışığın peşine düşmüş; Gece’den gelen ışığın yaşamdaki karşılıklarını açılımlarken gölgelerin ve karanlığın da bütünsel ve aynı zamanda çelişik resmine ulaşmış.
Bilge Karasu,1985’te yayımlanan Gece ile 1991 Uluslararası Pegasus Ödülü’nü alırken “Her yazın yapıtı, dünyaya, yaşama, dilin içinden bakmağa bir çağrıdır; her pencere gibi de belli bir açıdan, belli bir biçimde bakmağı önermektedir” sözleriyle dil-yaşam-edebiyat arasındaki göreceli ilişkiyi özlüce dile getirmişti. Gece, farklı anlam ve kurgu katmanları içinde okunan, kendini zor ele veren, kendini dillendirirken bir anda darmadağınık eden bir anlatı… Anlatı sınırlarının sürekli değişmesi nedeniyle düşle gerçek, kurguyla yaşam arasındaki çizgilerin eriyip yok olduğu, her an yeniden oluşan, değişen, dönüşen, şekillenen ve yeni boyutlar kazanan, sonra o boyutları da yıkıp yok eden zorlu bir metin... Oluşurken, dağılırken yeni anlamlar etrafında toplanan anlatı öğeleriyle; gerçeği, edebiyatı, hayatı, dili sorgulayan Gece, çözülemeyenin, bilinemeyenin, anlaşılamayanın soyut düzeyde metinsel bir ifadesi; bunun yanısıra insan soyuna ait en vahşi, en ilkel şiddet ve yırtıcılığın tekinsiz karanlıkta belirip kaybolan gölgesinin bir temsili...
İnsan zihni binlerce yıldan beri geceyi kötülüğün kaynağı olarak görmüş; geceye simgesel anlamlar yüklemiştir. Bu yönden değerlendirildiğinde, Gece’nin evrenselliğe açılan, insanlığın en kadim kötülük hallerini vurgulayan bir yapıt olduğu belirtilebilir. Akşit Göktürk’ün Gece’nin önsözünde ifade ettiği gibi Gece, belli bir öykü, kişilikler, ya da nedensellikle işleyen bir olay örgüsü sunmuyor. Zaman ve uzay boyutları alışılmadık biçimde kullanılıyor. “Anlatının konusu olan yaşam görüntüleri de, anlatıcılar da, onlarla özdeşleşen yazar da, dil de dalgalanmalardan geçiyor, dış çizgiler, sınırlar sürekli çarpılıyor.”
Bilge Karasu Gece’de katı, kanlı, ölümcül bir dünya algısı içinden geçiriyor bizleri. Bir dönem yaşadığımız toplumsal karanlığın, geceye yüklenen anlamların en koyu halleriyle dile getirildiği bu müthiş anlatının Tuncer Erdem tarafından resmedilmesiyle oluşan Gece Kitabı, Bilge Karasu’nun anlatı metniyle paralellik gösteriyor. Erdem, Karasu’nun görsel özellikli dilini, kendi düş ve düşünce evreninde dönüştürüyor, Karasu’nun sözcüklerle yarattığı geceyi; siyah-beyaz birlikteliğindeki çizgilerle, ışık ve gölgelerle yeniden oluşturuyor. Anlatının/ anlatılanların sertliği ve uzlaşmazlığı siyah- beyaz kontrastıyla gösteriliyor bu deneysel çalışmada. Önce yazısız, sessiz, sözsüz bir girişle başlanıyor, grilerle yumuşak geçişler taşıyan bir yer ve yaşam tasarımı oluşturuluyor. Sonrasında Gece metninden alıntılanan cümleler eşliğinde Erdem’in Gece ile görsel sanatçı olarak kurduğu esinlenme yaşantısının sıra dışı kareleri başlıyor. “Gece yavaş yavaş geliyor, iniyor” sözleriyle kente, kırsala, insanların yaşam alanlarına sessizce ve sinsice inen, çukurları doldurup ovalara yayılan geceyi kare kare dile getiriyor çizer.
Hiçbir ağırlığın, hiçbir gerçekliğin kalmadığı yerde, dil, gece karanlığında yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey oluyor ve karanlığın, gerçekliğe benzer tek yanının “konuşabilmesi” olduğu belirtiliyor. “İki kişi arasında, iki duvar arasında” konuşan karanlık, suskunun derinliğine açılıyor. Gece, yaşamı doldururken insanın en ilkel yanlarından başlıyor yükselmeye. “Gecenin işçileri” çıkıyor sahneye. Gecede kol gezen, yaşamın kılcal damarlarında dolaşan şiddeti, korkuyu ve ölümü üretmekle, çoğaltmakla görevlidir onlar. Kendilerini gizleyen giysiler giyerler; kimseye görünmeden kötülüğü çoğaltırlar. Karanlıkta pusu kuranlar işkenceler yapar, cinayetler işler; genç insanlar hedeftedir her an. Gece, ölüm, zulüm, şiddettir; gece işçilerinin patlayıcı, delici, kesici, batıcı ölüm araçları vardır. Karelerde ölü hayvanlar da yer alır. Yerde yatan ölü bir kuş, Dali’nin eriyen zamanı imleyen tablosuna atıfta bulunur sanki. Yaralı, acı çeken genç insanlar vardır karanlık sokaklarda. Parkalı ölüler sessizce uzanır merdivenlerde. Gecenin işçileri, kendilerinden farklı gördüklerinin kapılarına belirsiz bir im koyarlar; işte o farklı olanlardır en vahşi şiddete uğrayanlar.
Tepelerden birindeki Düzeltmen’in neleri düzeltmeye çalıştığı net değildir. Yaşamı, insanı, metinleri; acaba hangisini düzeltmek ister? Düzeltmen gecenin en koyusunda tekinsiz kuşlar ve yaratıklar görür; gece yırtıcıdır; kemirgendir, ürkütücüdür. Çözümsüz ve çaresiz kalan Düzeltmen dili duyumsar, gecede yaşayan dili. Bilir ki, gece dilin üzerini de örterse karanlık her yere inecek, kötülükler iletişimsizlikle el ele verecektir; dilden ve anlamdan kopmuş baykuş ve yarasalardan başka bir şey uçuşmayacaktır artık. Düzeltmen kendi yalnızlığında daralıp boğulmaktadır.
Geceye gizlenen gece işçileri katmanlaşan karanlıklar içinde sessizce yürüyüp korku salar; onların asli görevidir korku salmak. Avlarını gözetleyip aniden saldırırlar, piranalar gibi vahşidirler, paramparça edip öldürdükleriyle can bulurlar. Gece gündüzü kemirir durmadan, bu yüzden insan yüzleri kaygı ve korkuyla doludur. Çengelde asılı duran, satırla doğranan etler, karabasanların içinden sayfalardaki karelere düşer.
Mekânlar, köprüler, genişlikler ve derinlikler korku çığlıklarıyla doludur; bir karede Tuncer Erdem’in Munch’ın Çığlık tablosuna göndermede bulunduğu sezilir. Çığlığı duyar gibi oluruz ama yüz yoktur, kaybolmuştur, insansızdır yeryüzü. Silahları vardır geceyi üretenlerin; ıssız sokaktaki ölü gencin başında sinmiş bir köpek bekler. Gece yazılar yazılır duvarlara, ertesi gece başkaları bozar onları. Avı ağzında yırtıcı bir gece kuşu, çocuk masumiyetlerine üstten bakar. Gece işçileri, görevlerini yapmayınca ölümle cezalandırılır; ölmek ve öldürmekten ibarettir dilleri. Silahların, kesici aletlerin, gözü bağlı ölülerin karanlığı yükselir sayfalarda. İnsanların robotlaşması, karşıtlıklar üzerine kurulan dünya ve savaş, tüm anlamsızlığıyla boy gösterir. Dipnotlarda yazınsal sorgulamaya açılan metin, yaşamsal gerçekleri görsellikte çoğaltmaya devam eder.
Şiddet, korku ve ölümün karanlıktan süzülen sert ve keskin görsel imgelerle dile geldiği kareler art arda ilerler. Bir sona ulaşamayan anlatı, belirsizliğe teslim olur, birden dağılır ama savrulmaz, başka bir anlam penceresinden bakar, yeniden üretir kendi gerçeğini. Ara sıra görünen güvercinler barışı ve umudu anımsatır. Duvara dayanmış, ürkütücü ve tehditkâr duruşlarıyla, kara gözlükleriyle geceyi çoğaltanlar öyle resmedilmiştir ki, gecenin imgelerinin hala çok yakında yer aldığını düşünürüz ürpertilerle. Kareleri dolduran genç ölülerdir hüznün derin çağrışımlarını yaratanlar. Geceyi çoğaltanlara hükmedenler, yeni ve akıl dışı işkence deneyleri peşindedir. Bıçak misali keskinleşen insan ve yırtıcı kuş bakışlarının yanında, yeni doğan bebekle simgelenen umut da varolmayı sürdürür. Karasu’nun sorguladığı çok önemlidir; “Bir işkenceci katilin, öldürdüğü kanlı et kemik kütlesine bakışı nasıldır?”sorusu doldurur zihinleri. İnsanın en ilkel, kötücül ve yırtıcı yüzünü sergileyen anlatı, insanlığa dair umuda bir parça ışık düşürmeye çabalar, karanlığın öte yakasının aydınlık olduğunu sezdirir; aslında gölgeyi yaratan da yok eden de ışığın kendisi değil midir?
Toplumsal, ruhsal ve yazınsal okumalara açık bir metin olan Gece, Tuncer Erdem’in Gece Kitabı ile yeni bir iç evrene açılıyor; bu evrende çizgi, figür, boyut, derinlik, ışık, gölgenin buluşmasıyla görsel bir senfoni oluşuyor. Sadece “yüreklerin kulaklarıyla” işitilen bu ses insanın çelişkilerle dolu gizemli özünü dillendirmeye devam ediyor.