Halil Türkden, “Beyaz Tavşan’ın peşinde”, Radikal Kitap Eki, 22 Şubat 2013
Bilgisayarımın ya da harici arşivimin belli gün ve haftalarda tekrar tekrar izlenen filmleri bellidir. Bunlardan biri olan “Matrix Üçlemesi” izlenmiş ve anlaşılmıştır. Ama Baudrillard’ın evcil beyaz tavşanının nereye gideceğini çok çok iyi bilsem de, o üçleme yılda birkaç defa izlenir. Bulmaca çoktan çözülmesine rağmen artık o labirentin çıkış yolu merak edilmemektedir. Kıvrımlara, dönemeçlere, imajlara ve hatta çıkmaz sokaklara bile ilgi duyulur. Filmozofi, işte burada yükselmeye başlar.
Metis Yayınları’nın akademiye katkılarının devamı olarak gördüğüm çevirilerinden biri olan ve Daniel Frampton kaleminden çıkan Filmozofi, film çalışmaları üzerine önemli ve yeni şeyler öne süren bir kitap. Filmozofi, sadece film çalışmalarıyla kalmayan, sinema felsefesi ve sinema sosyolojisi gibi söylemlerle diğer alanlardan akademisyenlerin de dikkatini çekmeyi hakeden bir kaynak.
Filmozofi dünyasında film, tefekkürler başlar. Bu dünyada, film-varlığa dair sahnelenen ürünün esas mimarı olan “film-zihin” ve esas biçim teorisi olarak görülen “film-düşünme” gibi kavramlar ortaya atılır. “Filmozofi, birçok yönüyle sahne öncesi ve sonrasıdır” diyebiliriz. İşte bu filmozofi kavramı tam da bu çağın sinemasıyla kol kola yürüyebilecek eğilime sahiptir. Frampton’ın da altını çizdiği gibi, halihazırda güvenilir olmayan bir anlatıcının kendi penceresinden görüp aktardığı bir öznel sinema söz konusudur. Filmozofinin bugünün sinemasıyla eşleştiği önemli noktalardan biri de, gelişen dijital teknolojiler sayesinde her şeyin sanal olarak gösterilebilir bir hal almasıdır.
Kitabın birinci kısmında, film ile düşüncenin bir arada nasıl bir evrim içine girdiğini ele alan dört bölümlük bir inceleme görülebilir. Film-zihinler başlıklı ilk bölümde filmin nasıl bir araç olduğu ve nasıl bir düşünme biçimine gedik açtığı tartışılıyor. İkinci bölüm, yazarların çözümlediği film-varlıklarının üzerine gidiyor. Bunu yaparken, yazarın filmi, “Ben” in filmi, klasik anlatısal veya post-anlatısal bir film gibi kendinden emin olmayan çizgiler çiziliyor. Üçüncü bölüm, fenomenolog Maurice Merleau-Pınty ve medya teorisyeni Vivian Sobchack’in üzerine inşa edilen bir film-dünya deneyimi tartışmasını gündeme getiriyor. Avangart tiyatro teorisyenlerinden Artaud’nun gerçeküstücü anlatısı, Gilbert-Lecomte ışığındaki yarının sineması ve Eisenstein’ın ezberlenen montajları gibi filmi bir düşünme çabası olarak ele alan teoriler kitabın ilk kısmının dördüncü bölümünde kendine yer buluyor ve yazar, Deleuze’ün imaj çözümlemelerine değinmeden çıkmıyor bu bölümden.
İkinci kısım, filmozofi kavramının odak noktasını, çıkışını ve temel tartışmalarını konu alarak başlıyor. Elbette, bu tartışmaların temelinde film-zihin ve film-düşünme gibi kavramları görmek zorundayız. Frampton, deneyimlenen görüntü ve seslerin temel mimarı olarak gördüğü film-zihin üzerine giriştiği tanımlamalarda her yolu biçime çıkarıyor ve biçimin düşünmekten geçtiğini her şekilde haklı çıkarmaya çalışıyor. Çünkü, ona göre filmi anlamanın ve çözümlemenin metodlarına bir adım daha yaklaşabilmek ve anlayabilmek için filmozofi gereklidir. İlerleyen bölümlerde film-zihin ve film-düşünme gibi kavramların klasik anlatı kuramlarıyla ve ışıktan kurguya kadar tüm biçimsel noktaların örnek filmlerle açıklanmasıyla karşılaştırıldığını görebiliriz.
Aslında Frampton, filmozofinin önemli işlevlerinden birini David Lynch’in “film noir” harikalarından biri olan Mullholand Çıkmazı filminin üzerinden açıklar. “Seyirci, Mullholand Çıkmazı’nın imajlarıyla sersemleyebilir, filmin seslerinden ve kopukluğundan rahatsız olabilir ve yeni bir gerçeklik hissi geliştirebilir – yani, filmi anlamlandıramayabilir.” Bazı seyirciler anlamadığı filmden hoşlanmaz, ama filmozofi onlar için vardır. Her zaman filmi anlamak için izlemeyiz, hatta filmin ortasında anlamaya çalışmaktan vazgeçer ve başka hedefler koyarız önümüze. O an belli imajlar seçip onlara odaklanabiliriz ve o anki deneyimin amacı o imajla ilişki kurmak olabilir.
Filmozofi’nin mimarı Daniel Frampton, film sanatının gerçeklikle olan ilişiğimize karşı açtığı savaşı görerek hatırlatır: “Sinema, algılarımızı keskinleştirip bize yeni bir gerçekliği göstererek, gerçekliğe başka bir gözle bakmamızı olanaklı kılar.”