A.Adnan Azar, “Toplumsalın Kalbi”, Cumhuriyet Kitap Eki, 21 Nisan 2011
“Filmler yalan söylerken bile toplumsal
yapımızın can evindeki yalanı söylerler.”
On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru gün ışığına çıkan iki “makine”; Lumiere kardeşlerin sinematografı ile uçak(lar), elbette farklı teknolojiler kullanarak, değişik mekânlar arasında “hareket”i mümkün kıldı. Ama çok geçmeden roller değişti: Uçak yolculuk, ticaret ve savaş aracı olurken, gündelik hayatın dışında kalmayı sağlayan sinema bir “hayal fabrikası”na dönüştü. Sosyoloji ise genel olarak sinemanın “temsil”i ile temsil ve gerçeklik arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı meselesine baktı.
Sinema bugün toplumsal farklılıklara dair bilgilerin yayılması açısından en önemli alanlarından biri. İçinde bulunduğumuz toplum da göstergeler, imgeler ve gösterge sistemleriyle daha çok ilgilenen, giderek “sinemalaştırılan” bir hal aldı. Edgar Morin’in söylediği gibi insan bir “homo sinematografikus” oluyor. Toplumsallaşmanın yolu büyük imgeler oluşturmak ve onları tüketmekten geçiyor. Morin’e göre “şaşırtıcı olan sinemanın bizi şaşırtmaması”. Aşikâr olan “gözümüzün içine bakıyor”, kelimenin tam anlamıyla bizi kör ediyor. Sinema bizi kör ederek toplumun sinemalaştığı gerçeğini görmemizi engelliyor.
Filmlerle Sosyoloji, sosyoloji ile sinema arasındaki yüzeyde iz sürerek, bu ilişki içindeki titreşimleri görmeye çalışıyor, sosyolojik kavramlarla imgeler arasında gidip geliyor. Bu çalışmada, genellikle yapılanın tersine, sosyolojik bilgiler sinemaya uygulanmıyor, sinema sosyolojik amaçlar için kullanılarak sosyoloji yapılıyor. Sanat-sinema ile toplumsal arasındaki alışveriş bir indirgenemezlik ilişkisi, sinemasal ile toplumsal, birlikteliklerinde ayrılan ve ayrılıklarında birleşen ikizler gibi. Sosyal teori ile sinema (sanatsal ve kurmaca) arasındaki ilişkiye yönelik hiyerarşik yaklaşımlara da bu nedenle karşı çıkmak gerektiğini söyleyen kitabın yazarları Diken ve Laustsen, ayrıca estetik ve politik-etik bir “ikili okuma”yı önererek bir toplumsal tanı koymayı hedefliyor.
Barbarlık söylemleri (Hamam), partizan savaşı ve işkence (Brazil), kin duygusu ve linç (Sineklerin Tanrısı), direniş ağları ve linç (Dövüş Kulübü), suç ve kamplar (Tanrı Kent) ve yas tutma (Hayat Güzeldir) gibi tamamı “yakından” bilinen sinema filmlerinin, bağlamları içinde alegori olarak yorumlanmış olması da Filmlerle Sosyoloji’nin etki alanını derinleştiriyor.
“Şark”, genelde toplumsal ve dilsel farklılıkların öncesine ait bir fantezi evreni olarak bir işlev yüklendiğinden, bu bağlamda belirgin bir şekilsizlik sergiliyor: Şark sadece öteki değil, aynı zamanda da hiperbolik. Bu çerçeve içinde Hamam filminde sapkınlık, bedensel zevk, cinsiyet (eşcinsellik ve heteroseksüellik) ve despotizm fantezilerinin farklı arzu ekonomileri aracılığıyla sürdürüldüğünü gösteriyor bize bu çalışma. Kimlik ve toplumsal cinsiyetle ilgili önemli soruların tartışıldığı bu bölümde, okuru post-yapısalcı toplumsal teori alanıyla tanıştırmayı amaçlıyor.
İzleyen bölümde Harry Hook’un, Golding’in İkinci Dünya Savaşı’na ders ters-ütopyacı bir yorum niteliğindeki romanından uyarladığı Sineklerin Tanrısı ile tartışma sürüyor. Tanrı Kent bağlamında kamp mantığının nasıl genellendiğini, etrafı yüksek duvarlarla çevrili yalıtılmış alanların yol açtığı toplumsal parçalanmışlıklara nasıl karşı koyulacağı değerlendiriliyor. Aynı zamanda bir “gişe filmi” olan Dövüş Kulübü’ndeki mikrofaşizmin, toplum tarafından reddedilmesiyle birlikte, ağ toplumunda nasıl hayat bulduğu sorusuna odaklanıyor Fimlerle Sosyoloji. Mikrofaşizm toplumsal bağ açısından bir kaçış hattı olarak değerlendiriliyor ve ihlal düşüncesi “kapitalizmin yeni ruhu” tarafından istenir hale geldiğinde düzeni yıkma projesine ne olacağı sorgulanıyor.