Funda Tosun, "Bütün bunlar yaşandı mı, inanmıyorum!", Agos Kitap/Kirk, Eylül 2011
Rojin Canan Akın ve Funda Danışman'ın Bildiğin Gibi Değil kitabı, 90’larda Bölge’de çocuk olmanın bildiğimiz ve bilmek istediğimiz gibi olmadığını göstermeye yelteniyor. "Bilmediğimiz bir dilde" yaşanan acıları, Türkçe’ye tercüme ederek yapılan sözlü tarih çalışmasında, Kürtlerin hakikatiyle yüzleşmek gerçekten can sıkıcı, sinir bozucu, manasız… Köyleri yakılan, babaları amcaları ağabeyleri ve bilumum akrabaları gözleri önünde öldürülen, tecavüz edilen, kayıp edilen ve işkencenin her türlüsüne maruz kalmış çocukların hakikatiyle yüzleşmek neden gerekiyor anlamıyorum.
Bildiklerimiz, resmi anlatılar bize kafi derecede yeterli bu meselede: amaçları bölücülük olan, ontolojik olarak kötü bir grup insan kanlarımızla suladığımız bu kutsal vatanı iç ve dış mihraklarla birleşerek bölmek istediklerini biliyoruz. Biz gazoz kapağı biriktirip, leblebi tozu yiyerek, atari salonlarında Voltran’ı oluştururken memleketin bir yerinde birileri –ki aydınlık Türkiye imajını zedeleyecek kadar kara derileri olan estetik değerlerimize hiç uymayan birileri bunlar– “bir şeyler” yaşıyormuş. Biz bu “bir şeylere” ara sıra ana haber bültenlerinde “hainlerin inlerinde yok edildiği” anonslarıyla denk geliyoruz ve bu kafi!
"Biriniz yaralandı kimdir?"
Bakın şimdi bu iki kadın araştırmacı bize devletimizin paralarının nereye gittiğini açıklıkla gösteriyor. Avsiye, “Ben babam ve ninem bir odada yatıyorduk; abim yengem ve çocuğu da kendi odalarındaydı. Saat onbir gibi baktım çatışma başladı, ama bu seferki bayağı şiddetliydi. Yengem saat onikiye geliyor, dedi. Allahım, sabaha çok var, dedim. Sabaha kadar bu durumda mı olacağız, dedim. Yengem dua edelim, dedi. Sabaha karşıydı artık. Sanki kaleden bir insan bir avuç taş atıyor, o kadar kurşun geliyordu. İçeri bir kurşuın geldiğini gördük. Babam biriniz yaralandı hanginizdir söyleyin, dedi” sözleriyle anlatıyor vakayı adiyeden saydığı olayları ve "90'lı yılları kime sorsan bu acıyı yaşamıştır" diyor.
O gece, bu insanlardan biri ölür ve geçen yıl devletin bekaası uğruna telef olan bu insanın hayatı için, devlet, 15 bin lira tazminat ödemek zorunda kalır! Daha n’apsın devletimiz, de mi? Bu meşru savaşında, 40 bin kişinin telef olduğunu düşünürsek, her biri için 15 bin ödediğini hesap edersek eder sana kaç lira? Ee, sonra elzem yatırımları nasıl yapacak bu devlet, insansız heronların bir tanesi kaç lira, sizin haberiniz var mı?
"Havan topu dama düşmüş!"
Çoğumuz havan topu diye bir şeyi, Ceylan adlı yaramaz bir kız çocuğunun, hayvan otlatırken şuursuzca elindeki sopayı vurduğu metal bir cismin patlaması, sonrasında o cismin havan topu olduğunu öğrenmemizle duymuştu. Hani Ceylan’ın annesi, bu olay sonucunda yine bilmediğimiz bir dilde ağlayarak ağaçların dallarından toplamıştı bu yaramaz kızın iç organlarını, hatırladınız mı?
İşte o havan topunu, meğer bizden önce bilenler varmış, kimi şanslı veletler daha çocukkken görmüş onları: "Kadın çocuklarıyla beraber komşuya gitmiş. Gece. Hani derler ya Azraili görmüş gibi, kızın içi içine sığmıyordu. Annesine de içim bir acaip sıkıntı mı heyecan mı bilmiyorum ama bugün birşey olacak, demiş. Kız annesinden önce komşudan kalkıyor, eve dönüp cibinliği kuruyor. İşte çatışma oldu. Evden sesler, çığlıklar geliyor ama kim çıkabilir ki o sırada korkudan. Komşu, bizim ocağımız söndü kesin, dedi. Çatışmanın arasından eve gitti. Evde manzara kötü tabii... Havan topu dama düşmüş!"
"Ne yapabilirdik, kaderimiz bu”
İki yıl evvel Mahmur Kampı'ndan şalvarlarıyla bizi çileden çıkaracak kadar estetikten yoksun kostümleriyle (ne bir renk uyumu vardı ne bir imajı bu kıyafetlerin. Tamam, biz de şalvar giyiyoruz ama canım, üzerine giydiğin bir askılıyla, ne bileyim biraz modern bir hava verir insan kendine. Hem başka bir memlekete gidiyorsun, kameralar, gazeteler falan hepsi seni bekliyor biliyorsun. O kadınların hali neydi öyle, saç baş birbirine karışmış. Sanki yataktan kalkmş gelmişler. Kaşlar, bıyıklar! Fecaat yani!) birileri bu kutsal topraklara girmişti. Sonra onları karşılayan, aynı derecede çirkin insanların, ölçüsüz bir şekilde sevinç gösterileri düzenlemeleri sinirlerimizi hoplatması, hadsizlik değilse neydi? Hani, "Teröristleri kahraman gibi karşıladılar" manşetleriyle bu haklı hassasiyetimizi dile getirmiştik ya, işte o kamplarda çocukluğu geçen Nuvin, babasının korucu olmayı reddedip köylerinin boşaltılması devlet tarafından emredildiğinde yaşadıklarını, şu sözlerle anlatıyor,:
“Hayvanlarımızı, evlerimizi her şeyimizi geride bırakıp yanımıza sadece çantalarımızı alarak ağlaya, ağlaya gittik. Yolculuğumuz on onbeş gün sürdü. Aç ve susuzduk. Gündüzleri saklanıyorduk, geceleri yürüyorduk. Mayıs ayıydı, ben daha çocuktum. Yürümekten ayaklarım yarılmış, parça parça olmuştu. Orada hergün çatışmalara şahit oluyorduk. Bir gece, hepimiz kampı boşaltmaya karar verdik. BM ya sizi Ertuş Kampı’na götüreceğiz ya da size birşey vermeyeceğiz, dedi, Ertuş Kampı yaşanılacak bir yer değildi. Orası sanki hayvanların yeriydi. Orda bize çadır falan da vermediler. Babam bize naylondan barınak yaptı: Biz ordayken bu sefer PKK ile KDP arasında savaş çıktı. Yine her gün savaş, her gün bombalar, her gün şin (yas)... Ne yapabilirdik ki kaderimiz bu.”
"Türkiye'nin baş kenti neresidir?”
Biliyorsunuz bu kitaba konu olan insanların zekâları biraz kıt, tabiri caizse biraz "gerizekâlı"lar. Söyleneni bile anlamıyorlar ki nerde kalsın okumak. Düşünün gelmiş yedi yaşına daha tek kelime Türkçe konuşamıyor. Oysa bizim çocuklarımız bir, hadi bilemedin iki yaşında cümle kuracak kadar konuşmayı başarıyor. Bunlarınki öyle mi? Bakın bir tanesi nasıl kendi ağzıyla itiraf ediyor bu özrünü: " Köyün hepsi Kürttü. Başka halklardan kimse yoktu. Öğretmenlerimiz ise Türktü. Dilden kaynaklı sorunlar vardı.Okulunu bitirdikten sonra okuma yazmayı öğrenemeyen çocuklar vardı. Öğretmenlerin söylediklerini anlamıyorlardı. Kendi sınıfımın birincisiydim ama Sosyal Bilgiler ve Türkçe derslerinde beş yıl okuduktan sonra bile Batı'da okuyan ilkokul ikinci sınıf öğrencisi kadar bilgili değildim. Bir müfettiş gelmişti. Sorusu: Türkiye'nin başkenti neresidir? Ben soruyu anlayamıyordum. Kendi kendime Kürtçe düşündüm ve "baş" dedikleri şey sanırım iyi biri olacak diye düşünerek ("baş" Kürtçede iyi anlamına geliyor) 'Atatürk' cevabını verdim."
"Babam iyi ki öldü"
Bu insanların aile bağları da gevşek, başta söylediğimiz gibi içlerinde yaradılış itibariyle kötülük olduğu için ana-baba ve kardeşlerine karşı bizim duyduğumuz türden derin bir sevgi ve bağlılık duymazlar. Bakın nasıl bir vicdansız evlat bir tanesi: "Evin etrafında tanımadığımız kişiler vardı. Normal asker değil, yüzleri maskeli çok korkunç görüntülüydüler. Evi bastılar.Babamı tartaklayınca, ablamda bağırmaya başladı, bu sefer ona vurmaya başladılar. Annemi de dövmeye başladılar. Ben küçüktüm bana da vurmaya başladılar, annemin sırtında silah kırdılar, annnemin kemiklerinin hepsi kırılmıştı. Sonra bir anda ışığı kapatıp evin içini taramaya başladılar. Babam o esnada ayaktaydı. Silah seslerinin kesilmesiyle ışığı açtık, babam yerde yatıyordu. Taranmıştı vücüdu. Sonra perişan hale geldik, sefaletimiz anlatmaya kelimeler yetmez. Çukurca'da marabalık yapmaya başladık. Aslında bazan düşünüyorum da babam iyi ki de öldü, kurtuldu."
Kitapta bu insnaların yine yaradılış itibariyle kadınlarının da erkeklerinin de bizler gibi iffetli olmadıkları, çoğunun ilk cinsel deneyimini daha çok küçük yaşlarda köylerine onları korumak üzere gelen devletin askerleri ile yaşadıklarını da öğreniyoruz ve daha ötesini de –ki buralara girmeye ahlakım izin vermiyor şu anda– sadede geldiğimizdeyse şimdi biz bu insanlara –ağız alışkanlığı insan, demem yoksa yaşadıklarında bakılırsa bu nitelemeyi pek haketmiyorlar– liberal hoşgörümüzle bize yakışan büyüklüğü gösteriyor ve tüm hainliklerine rağmen, hani sanki eşitmişiz gibi "tamam" diyoruz "yaşanan yaşandı, önümüzdeki maçlara bakalım. Biz sizi affetmeye hazırız, neyse derdiniz çözelim, anadilinizi mi istiyorsunuz alın anaeviniz de istediğiniz gibi konuşun" diyoruz.
Cevap yine insanı çileden çıkaracak bir cür’ette; barışacaklarını ama affedemeyeceklerini söylüyorlar. Aznavurê, affedebilmesi için toprak altındakilerin çıkmasının, geçmişinin geri verilmesinin gerektiğini söylüyor örneğin. Xêzek unutamayacağı için affedemeyeceğini, Stililê ancak unutabilirse affedebileceğini söylüyor, Şêyhan ise öldürülen babası aklına geldiğinde affedemeyeceğini belirtiyor.
Bir de hepsi kendilerine bunları yapanların yargılanması gerektiğini söylüyor ağız birliği etmişcesine (ki biliyoruz bunlar hepbir ağızdan konuşurlar, tepelerinde bir bebek katili var ya, onun dediklerini tekrarlarlar) Hayır, şimdi benim devletimin işi gücü yok bir de olayın faillerini bulacak. Üzerinden kaç yıl geçmiş bir kere, otuz küsür yldır devam eden bir savaştan bahsediyorsunuz, 90'lar diyorsunuz, 2012'e giriyoruz el insaf ya hu? Bu nasıl bir izansızlık, bu nasıl bir talep...
Velhasıl size diyeceğim gelin biz onların düzeyine inmeyelim, bu kitabı ve bu gibi şeyleri anlatan kitapları bugüne dek yaptığımız gibi hiç basılmamış farz edelim, zaten gerisini devletimiz halleder. Gelin biz Voltran'ı oluşturmaya devam edelim.