Abidin Parıltı, “Gece karanlığında sokağa çıkabilmek”, Radikal Kitap Eki, 29 Mart 2013
Barışı konuşabilmemiz için değil ama yaşayabilmemiz için korkmadan birbirimizin daha yakınına sokulmamız, birbirimizin gözlerinin içine bakıp hikâyelerimize odaklanmamız gerekir. İnsan yanımız belki bize doğru ve yegane yolu gösterir. Birlikte yaşamayı…
Benim şahsi hikâyemde barış ve savaşın –barışı bu defa öne koymamın elbette güzel bir yanı var– iki fotoğrafı mevcut. O fotoğraflardan söz ederek bu yazıyı devam ettirmeye çalışacağım. İlk fotoğraf 1990’lı yılların gündüzleri de karanlık olan zamanlarında geçer. Her gün ve gece silahların, roketatarların, bombaların patladığı, gün ortasında bile bazen damlardan gizlice çatışmaları izlediğimiz çocukluk günlerimde karanlık bastığında hiç dışarı çıkmamıştım. Çünkü karanlık bastığında herkes evine döner, kapılar kilitlenir, bahçeye bile çıkılmazdı. Ama birgün dediler ki ateşkes başladı.
İşte ilk defa o ateşkes zamanında hava karanlıkken sıkıca kapanan kapılar açıldı ve sokağa çıktım, oynadım, herkes sokağa çıkmaya başlamıştı. O güne kadar karanlıkta dışarı çıkılabileceğinin mümkün olduğunu düşünmemişim. Barış benim için işte o günkü duygudur. Biraz da karanlıkta sokağa çıkabilmektir. Savaşın fotoğrafında ise üç arkadaş varız. Bir gün dağa çıkmaya karar verdik. Çocuk yaştayız daha. Çıkma zamanı geldiğinde ben futbol oynuyordum. Arkadaşlarım geldi, “Hadi gidiyoruz” dediler, belki de korktum ve şu cevabı verdim onlara: “Maç var. Siz gidin ben size yetişirim!” Gittiler ve ben yetişmedim onlara. Biri dağda çatışmada öldü bir-iki yıl sonra, biri de yakalandı, işkence gördü, itirafçı oldu dediler, hâlâ cezaevinde. Savaş benim için biraz da sen yaşarken çevrende insanların birer birer ölmesi, kaybolup gitmesidir.
“Kışlaya benzeyen okullar”
Evet şimdi barışı konuştuğumuz bir iklimde yaşıyoruz. Bunun tarihsel ve sosyolojik boyutunu işinin ehli insanlar ele alır zaten. Politik söylemler tek tek insanların ne yaşadıklarını gizliyor, örtüyor. O yüzden dönüp kişisel hikâyelere bakmak belki biraz yolumuzu aydınlatır. Yaşanan bu kadar acıya, savaşa, haksızlıklara rağmen bu mevzunun külliyatı oldukça az. Barışı ele alan kitaplar ise daha az. Aslında yukarıda anlattığım şahsi hikâyeme benzer birkaç kitaptan söz edilebilir. Hamza Aktan’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan Kürt Vatandaş kitabı ile Rojin Canan Akın ve Funda Danışman’ın hazırladığı Bildiğin Gibi Değil: 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak, bu ve benzeri hikâyeleri çeşitli tanıklıklarla ele alan önemli kitaplar. Hamza Aktan, Kürt Vatandaş kitabında Türkiye’de Kürt olmanın deneyimlerini okura aktarıyor. Aktan, Kürtlerin anadillerini konuşma ve konuşamama deneyimlerini, büyük şehirlerde yaşayan Kürtlerin sosyal, kültürel sınıfsal farklılaşma süreçlerini, Kürt olmayı ve kimliğini saklayan “Ev Kürtleri”ni, siyaset kariyerindeki Kürtleri, popüler kültürün, kültür endüstrisinin klişelerini ve Kürt kültür üretimini, medyada Kürt olmanın çilelerini, Kürtlerin askerlik deneyimlerini, genç Kürtlerin rahatsızlıklarını ele alır. Bildiğin Gibi Değil’de ise Funda Danışman ve Rojin Canan Akın’ın, 90’lı yıllarda çocukluğu Güneydoğu’da geçmiş Kürt gençleriyle yaptıkları on dokuz söyleşi bir araya getiriyor. Söyleşiyi yapılan gençler yoğun bir şiddet ortamında geçen çocukluklarını ve ilkgençlik yıllarını anlatıyorlar: “Kışlaya benzeyen okullarda” geçen, Türkçe bilmedikleri için birçok trajikomik olay yaşadıkları, öğretmenlerden gerizekâlı muamelesi gördükleri, zaman zaman ajanlık teklifleri aldıkları eğitim hayatlarını... Babalarının, analarının, kardeşlerinin, arkadaşlarının gözlerinin önünde dayak yediği, öldürüldüğü, koruculuğa zorlandığı, evlerinin kurşun yağmuruna tutulduğu, “sevdikleri, değer verdikleri insanların tek tek kaybolduğu”, kaybettikleri yakınlarının kavurucu özlemiyle dolu aile hayatlarını... Sokaklarda, “yanı başlarında sürekli birilerinin öldürüldüğü” bir ortamda, mayınların arasında oynadıkları ya da BM mülteci kamplarında geçen gündelik hayatlarını anlatıyorlar bize.
Cumhuriyet tarihi boyunca yakın zamana kadar birlikte yaşamaktan öte, Kürtler daha çok maraba, cahil, işçi olarak gösterildi ve kimliğine neredeyse hiç değinilmedi. Sadece Kürtler değil, bu ülkede yaşayan hemen her azınlık bundan payını aldı. Murat Belge’nin deyişiyle “Türkiye’de edebiyatın çoğu düşmanlık üzerine kurulmuştur.” Ve devam eder Belge “ Batı düşmanlığı, ama ondan daha koyu olarak azınlık düşmanlığı var. Çünkü onlar içimizdeki hain. Düne kadar bizim uşağımızdı edebiyatı yaygın. Bunu yapmayan yok; Halide Edip’te, Yakup Kadri’de, Ömer Seyfettin’de… O uşak diye gördükleri adamın birdenbire üste çıkmasına katiyen tahammül edemiyorlar…” Ancak son yıllarda bu klişe edebiyat da kırılmış durumda. Daha çok barışçıl, meseleyi anlamaya çalışan, bazılarında oryantalist bile olsa aşağılamayan, çok kültürlülüğü ve bir arada yaşamı öne çıkaran edebi eserlerin varlığından söz edilebilir. Az mı evet az… Oya Baydar’ın Kayıp Söz, Ahmet Altan’ın En Uzun Gece, Ahmet Ümit’in Patasana meseleye dışardan bakan, ama sahici olan romanlarken Hasan Özkılıç’ın Zahit, Mehmed Uzun’ın Aşk Gibi Aydınlık romanı ve Nar Çiçekleri deneme kitabı, Firat Cewerî’nin Geç Bir Sonbahardı ve Birini Öldüreceğim, Aytekin Yılmaz’ın Dağbozumu, Akif Kurtuluş’un Mihman, Murat Uyurkulak’ın Har romanı, Muhsin Kızılkaya’nın Biraz Daha Işık ve Bir Dil Niye Kanar’ı, Migirdiç Margosyan’ın Gâvur Mahallesi’nde anlattıkları daha çok içerden meseleye bakan savaşı aşıp insana ulaşmaya, onların kırık hikâyelerine şahit olmaya ve çok kültürlü, çok dilli, birbirini anlayarak, ortaklık kurularak yaşanabileceğini gösterir okura.
(...)
Ele almaya çalıştığım kitaplara üstten baktığımızda (çocukluğumuza, korkumuza döner gibi bu ülkenin çocukluğuna dönelim) korkuların kaynağına yeniden göz atıp artık acıyla sınanıp olgunlaşmamız, komplekslerden, nefret söyleminden hızla uzaklaşmamız, önce kendimizle, sonra da başka kültür, dil, din ve ırktan olanlarla barışmamız gerektiği ortaya çıkar.