Işıl Baş, Giriş, s. 13-17
Birkaç yıl önce doktora tez konusu olarak edebiyatta arzu ve cinsellik temasını işleyen bir öğrenciyi tez jürisindeki bir akademisyen "edebiyata" tecavüz etmekle suçlayıp yıllardır emek verdiği çalışmasını "hemen şimdi" doğruca çöpe atması gerektiğini söylemişti. Tıpkı bunun gibi, Bilgi Üniversitesi'nde bitirme ödevi olarak bir pornografik filmin çekilmesi ve geçerli not alması üzerine yakın zamanda yaşananlar ve ardından gelen tartışmalar da akademinin ve sanatın sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini hâlâ derin bir gelenekçi bakışın belirlediğini gösteriyor. Zaten filmi çeken öğrenci de amacının tam olarak bu olduğunu söylüyor: "Bir yaşlının hazin hikâyesi, kedinin sevimli patileri, eski çağda kadın, yeni çağda zaman gibi konuların beni motive etmediğini fark ettim. Öyle bir şey yapayım ki, senelerdir kafamıza sokulan akademik özgürlüğün sınırlarını göreyim istedim. Çünkü üniversite demek, kullanılmayan müthiş bir özgürlük alanı demek" (Tempo, 2011).
Öğrencinin üniversitedeki özgürlüğü "kullanılmayan" bir alan olarak tanımlaması ilginç ve doğru bir gözlem. Özgürlükler kullanılmaya kalktığında neler olabileceğini Bilgi Üniversitesi örneğindeki kadar sert olmasa da üniversitemizin Eleştiri ve Kültür Araştırmaları Yüksek Lisans Programının ilkini 2004 yılında düzenlediği "Queer" etkinliklerinde de yaşadık. küçük İskender, Selim İleri gibi edebiyatçıların ve çok sayıda eleştirmen, akademisyen ve aktivistin katıldığı bu "ilk" "akademik queer" konferansı hem yönetim hem de medya tarafından "müstehcen" bulunmuş ve çeşitli soruşturmalara neden olmuştu. Altı yıl sonra yine bir öğrenci projesi olarak ikincisini düzenlediğimizde ise üniversite bize sahip çıktı, ama bu kez de konferanstan dört gün önce Facebook sayfamızdaki konferans posteri müstehcen bulunduğu için sayfa erişime kapatıldı. Böylece sanal ortamın özgürlük getirdiği inancının ne kadar sanal olduğunu ve tek mekânsal ve zamansal değişmezin insan bedeni ve cinselliğine dair tabuların yerleşikliği olduğunu bir kere daha görmüş olduk.
Oysaki beden ve bedensel hazlar önce feminist hareketin daha sonra da gey/lezbiyen ve queer çalışmalarının neredeyse son elli yıldır temel araştırma konusunu oluşturuyor. Bir zamanlar zihnin hapsedildiği kötücül ve hayvani bir çeşit hücre olarak aşağı görülen, yasaklanan ve felsefedeki Kartezyen devrimin keskin res extensa ve res cogitans ayrımının da etkisiyle iyiden iyiye yok sayılan ve "çürümüşlüğüne" terk edilen beden, 300 yıl sonra Edward Casey'nin deyimiyle "tıpkı her iyi hortlak gibi, intikamını alabilmek için geri döndü" (1998: 207).
Sartre, Husserl, Heidegger ve Merleau Ponty gibi fenomenolog, Lacan ve Foucault gibi psiko-sosyotropik genealog ve Irigaray, Kristeva, Butler, Bordo gibi feminist teorisyenlerin etkisiyle beden gerçekliğin ve kimliğin toplumsal oluşumunun alanı olarak önplana çıkarıldı. Foucault iktidar pratikleriyle beden arasındaki ilişkileri inceleyerek bedenin ve bedensel hazların yasaklanmasının ve sınırlandırılmasının politik, ekonomik sosyal ve kültürel sınırlarla koşut olduğunu öne sürdü. Tıpkı Enis Batur'un gözlemlediği gibi: "ben doğmadan çok önce harekete geçen bir süreç içinde gövdem bana yasaklanmıştır. Kişioğlu, toplumsal düzlemde, öteki gövdelerin kendine yasaklanış dereceleriyle öylesine bire bir didişmek zorundadır ki, kendi gövdesinin kendi kendisinden esirgeniş sınırlarını fark etmekte gecikir… Gövdemi bana kimin yasakladığını anlamaya koyulmam, gövdemin bana daha ne kadar ve nasıl yasaklanabileceğini kestirmem için hem yasağın düğümlerine dimdik bakmak, hem de gövdemin sınırlarına doğru, tasarım mantığını ters/düz yönlerde katederek, yolcu çıkmam gerek. Kendi gövdeme, öteki gövdelere yolcu çıkmak" (2007: 13-14).
Batur'un "bir Jules Verne devri âlemi" olarak da tanımladığı bu bedenlere yapılan yolculuk sayesinde eskiden yalnızca tıp alanının "bilimsel" çalışmalarında kabul gören beden ve cinsellik ilişkisi de özellikle 1970'lerden itibaren yine Foucault'nun "Cinsellik kurgulanmış bir deneyim kategorisidir ve biyolojik değil, tarihsel, toplumsal ve kültürel kökenlere sahiptir," (1988: 29) savının da yaygın etkisiyle birçok farklı disiplinde ve kültürel, ahlaki, politik, sosyal ve hukuki söylemlerin içinde incelenmeye başlandı. Bedenin bire bir cinsellikle, cinselliğin ise üremeyle, dolayısıyla da karşıt cinsten iki insanın birleşmesiyle tanımlandığı, cinselliği gözetleyen ve denetleyen kurumsal geleneksel söylemlerin tartışmaya açılmasıyla da bedenlerin ve cinselliklerin durağan değil, tam tersine akışkan, değişken ve performatif olduğu tartışılır oldu.
Queer ve trans kimliklerin rahatsız ediciliği ve müstehcenliği yalnızca cinselliğe bu denli vurgu yapmalarının hâlâ bize benimsetilmiş geleneksel değerlere aykırı olmasından değil, aynı zamanda alıştığımız tüm sınır çizgilerinin geçirgenliğini ortaya koymalarından ileri geliyor. Üreyen ve üreten değil, haz duyan ve bu hazzı birçok alana özgürce dağılarak ve karışarak yayabilen "biçimsiz" bedenler gerek akademinin gerek sanatın gerekse toplumsal diğer kurumların kategorilerine ve tanımlarına uymuyor elbette. Bu bedenlerden bahsetmeye başladığımızda müstehcen/ahlaki ayrımı şiddetle karşımıza dikiliveriyor. Arapçada hücnet kelimesinden türeyerek Türkçeye geçmiş olan müstehcen, yalnızca "ayıp, terbiyesizce, iğrenç, açık saçık, edepsizcesine, edebe aykırı, yakışıksız" değil, aynı zamanda Arapça kökeninden de yola çıkarak "karışık", yani ne olduğu belli olmayan, tam olarak tanımlanamayan anlamını da içeriyor. Diğer bir deyişle müstehcenlik tam da bu nedenle tıpkı queer ve trans gibi aslında tam olarak bir kategorinin karşıtı değil, hiçbir kategorizasyona sığmayan, Freud'un deyimiyle hem heimlich hem unheimlich, yani hem yakından tanıdığımız, bizden olan, hem de delicesine korktuğumuz, uzakta tutmaya çalıştığımız bir olgu haline geliyor. Ve belki de bu tanım ötesi, akışkan ve sınır tanımaz niteliği sayesinde "müstehcen" kelimesi her söylendiğinde nedense hep karşıtı olarak düşünülen "ahlaki" kelimesinden çok, benzer bir başka kelimeyi, "müstehzi"yi çağrıştırıyor.
"Müstehcen" derken aklımıza birdenbire "müstehzi"nin gelmesi her ikisinin içinde var olan "oyunculuğu" hatırlatıyor belki de bize. Aynı zamanda da iki farklı anlamlı kelimenin bir araya gelince ne kadar şaşırtıcı yorumlara götürebileceğini de gösteriyor. En azından şunu düşündürtüyor: Birbiriyle hiç alakası yokmuş gibi görünen iki olgu eğer onları bir arada kullanmaya cüret ve cesaret edersek, yerleşik kalıpları ve anlamları nasıl da zorluyor ve sonsuz varyasyonlara yol açabiliyor. Müstehcen derken bu kelimeye yüklemeye çalıştığımız âcizlik, ötekilik, başkaları tarafından tanımlanma ve aşağı görülme özelliği, yanına müstehzilik yerleştiğinde, yerini bir güce, bir sorgulamaya, anlamların içini boşaltan bir oyunculuğa, bir alaya bırakıyor. Dudaklarının etli kıvrımlarında sürekli müstehzi bir gülüşle toplumun gözlerinin içine korkmadan bakabilen bu müstehcenlik ezberlerimizi bozuyor, bakışımızın keskinliğini bir ayna gibi kırarak, bize tersyüz edilmiş bir biçimde geri yolluyor, bu kez biz bakan değil bakılan oluyor, saklamaya, örtmeye çalıştığımız kendi müstehcenliğimizle karşı karşıya kalıp şaşırıyoruz.
Elif Şafak "Transgender Bolero" (2004) adlı denemesinde bir Boğaz vapuruna binmeye "cüret" etmiş bir travestiyi anlatırken vapur ahalisinin şaşkınlığını şu sözlerle dile getirir:
Âdemelmasının bir aşağı bir yukarı oynamasını seyrettik hep birlikte. İçtiği çay bardağının kenarına bulaşmış vişne rengi ruja takılı kaldı gözlerimiz. Ve aslında bırakın aynı bedeni paylaşmayı, kadın ve erkeklerin aynı ortamda bir araya gelmelerinin bile ayıp sayıldığı bir toplumda erkekliğin ve kadınlığın bu alışılmadık birlikteliğini ilgiyle izledik. (s. 26; çeviri bana ait)
Trans kimliklerin aşağılanması, dışlanması, şiddet görmesi aslında tam da bu şaşkınlıktan ileri geliyor. Onlar, içinde rahat ettiğimizi sandığımız, fark etmeden benimsetildiğimiz rollerin o kadar da sağlam olmadığını, hayatın tüm çeşitliliğine ve zenginliğine rağmen ısrarla iki sayısı üzerine kurulu olmakta direnen ideolojilerin yapaylığını bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor, bedenlerini birer manifesto haline getiriyorlar. Özellikle transgender kimlikler, yani herhangi bir anatomik neden ya da tıbbi müdahale olmaksızın dişil doğup erkek rolünü benimseyen ya da eril doğup kadın olarak hayatlarını sürdürenler her ne kadar çoğu feminist tarafından sistemin bir parçası olmak ve toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamadan kabul etmekle suçlansalar da en doğal hareketlerini bile tasavvurların, inançların, güç odaklarının kurguladığı bedenlerimizin yeniden, yeniden ve tekrar, tekrar, tekrar inşa edebileceğimizi göstermiyor mu bize? Bir yandan durağan bir yandan akışkan, ne erkek ne kadın, hem erkek hem kadın, bazen erkek bazen kadın!
Öte yandan Luce Irigaray'in dediği gibi "yapıyı bozmak" henüz bir dünya inşa etmemiş olanlar için bir lüks sayılabilir (1999: 44). Gündelik hayat pratiklerinde ezilmemek ve eziyet görmemek için, kalıcı bir kimlik edinmek, ayrımcı muamelelere göğüs gerebilmek için tek beden gibi davranmak kaçınılmazdır belki de. Trans ve lezbiyen feministler arasındaki en önemli çatışmadır bu. Transgenderistler ise transseksüellerin, hayatların çokluğunu tekrar ikiye indirdiğini, tıp dünyasının çıkarları için kendilerini kullandırdıklarını, normatif cinsel yönelimlerin, pratiklerin ve rollerin etkisinde kaldıklarını öne sürerler.
Özellikle 1990'lardan sonra akademik dünyayı da etkisi altına alan bu ve benzeri tartışmalar, kadın çalışmaları programlarından, gender yani toplumsal cinsiyet araştırmaları, queer ve trans çalışmalarına cinsellikle ilgili kabullerin, bilgilerin, eğilim ve tutumların sorgulanmasına ve dönüştürülmesine büyük katkı sağladılar. Bizim de Eleştiri ve Kültür Araştırmaları Yüksek Lisans Programının ikinci etkinliği olarak "Trans Kimlikler" başlığı altında bir araya gelmemizin nedeni teorik tartışmaların ötesinde daha hayati bazı soruların sorulması, tanıklıkların aktarılması, gey, lezbiyen, biseksüel, travesti, transseksüel, transgenderist, hadım, aseksüel, seks işçisi, interseksüel, hermafrodit ve heteroseksüel bireylerin bir arada ama her birinin kendi deneyimleri ışığında sınıf ve etnik çatışmalar, aile, polis ve mahalle baskısı, şiddet, işsizlik gibi doğrudan hayat pratiklerini göz önünde tutarak varlıklarını ortaya koymalarıdır.
Son derece zenginleştirici bir deneyimin ardından konferansa büyük emek veren öğrencilerimden Tolga Yalur ve Berfu Şeker'in çabalarıyla yayıma hazırlanan kitap gerçekten de toplantılarda ortaya konan ve şimdiye kadar, en azından akademide, çokça dile getirilemeyen ve bedenlerin içinden dışına her türlü müstehcen alana yayılabildiğini umut ettiğim çalışmaları kapsamaktadır. Elbette düşünceler ve tanıklıklar bu kitapla ya da konferansla sınırlı değil. Hayatın içinde bire bir tüm sıkıntılara göğüs germeye çalışırken Susan Sontag'ın deyimiyle, "diğerlerinin gitmediği yere giden, diğerlerinin bilmediği şeyi bilen" tüm kimlikler kadar sayısız ses var kulak vermemiz gereken.