Önsöz: İşbirliği Paradoksu, Eyal Weizman, s. 13-14.
Katılım kavramının ufkunda onun mutlak uç noktası, yani işbirliği kavramı bulunmaktadır. İşbirliği kavramını, kişinin eylemlerinin iktidarın hedefleriyle –bu iktidar ister siyasi, ister askeri ya da ekonomik, isterse hepsinin bileşimi olsun– zorla ya da güzellikle aynı hizaya gelmesi gibi düşünmek mümkündür. Buradaki tarihsel anıştırmalar açık. Bu hizalama genellikle herhangi bir sınırlar sorununun trajik ama sağduyulu bir çözümü olduğu öne sürülerek gerekçelendirilir. Katılım/işbirliği çıkmazı eldeki seçeneklere ve seçeneği sunanlara itiraz edilemeyen kapalı bir sistemin işaretidir. Nitekim, özneyi boyun eğmeye zorlamak için bir dizi seçenek öyle bir biçimde sunulabilir ki, seçimlerini zararı hafifletmeyi hedefleyerek yapan "özgür-özneler" neticede iktidarın amaçlarına hizmet edebilirler. Dolayısıyla, katılım bir dizi siyasi ve etik ikilemi gündeme getirdiği içindir ki katılım çağrısı yapılan arena etrafında güçlerin hizalanışını açık bir zihinle incelemek gerekir.
Katılım paradoksu, günümüzdeki krizin ekolojisini oluşturan pek çok bağımsız sivil toplum örgütünü derinden etkiliyor. Bu paradoks aktivistlerin aslında karşı oldukları devletler, ordular ya da milislerle elbirliği yapmak zorunda kaldıkları ortak zeminler yaratarak iş görüyor. O yüzden, örneğin "bir aydına yaraşır" bir hayat sürmek isteyen bir subay, temel ihtiyaç malzemeleri ve tıbbi yardım sunabilmek için askerlerden izin alması gereken insani yardım temsilciliklerinin işbirliğini isteyebilir. Bu katılımın mantığı da bu iki grup arasındaki temel ahlaki farklılıkları bir şekilde gözden saklayabilir.
Katılım paradokslarının merkezinde taktik bir taviz vardır, ama bu taviz sıklıkla bozulup yapısal bir imkânsızlık haline gelir; böylece devletle muhalefeti karşılıklı bir kucaklaşmayla iç içe geçirir, sivil toplum örgütlerini yayılıp genişlemiş (devletin etik özbilincini sivil bir etik faile devrettiği, bu failin de devlet içinde etkili olarak taleplerini gerçekleştirmeye yöneldiği) bir yönetim sisteminin fiili katılımcıları haline getirir.
İtiraz etme ile taktik amaçlarla kabullenme arasında kalındığında katılımı uygulamak da katılımdan kaçınmak da aynı ölçüde zor olmaktadır. Bu ikilemi ele almamızı sağlayacak genel bir formül yok elbette, ama siyasi bir düşünce-pratik üzerinde kafa yorulurken siyasi örüntülerin uyumlulaştırılmasında ve sorunun zamansal ve mekânsal sınırlarının sürekli genişletilmesinde ısrar edilebilir. Siyasi örüntülerin uyumlulaştırılması için daha geniş ve girift siyasi bağlantıları tespite çalışmak, ikilemin çevresinde ve dışındaki güç alanını incelemek ve tahlil etmek gerekirken, sınırları genişletmek için de daha uzak geleceğe bakılması gerekecektir.
Eski Yunanlılara göre ikilemler trajedi öğesiydi. "Trajedi kahramanının" karşısına çıkan seçeneklerin her biri illaki onu farklı biçimlerde korkunç acılara götürdüğünden, ikilem öfkeli bir boğanın iki boynuzu arasında seçim yapmak olarak sunuluyordu. Ama ikilem düzeyinde düşünmeye devam edersek, ikilemi sadece iki boynuzdan birini seçmek olarak görmemeli, sorunun çerçevesini kabul edip etmeme ve seçim yapıp yapmama seçeneğini de düşünmeliyiz. Robert Pirsig karşıtların ortaklığını altüst etmek için birkaç yol önerir: "Arenaya girmeyi reddet", "Boğanın gözüne kum at" ya da "Ninni söyleyerek boğayı uyut".
Siyasal ve mekânsal aktivistler taviz gerektiren durumların yaşandığı bir mücadele arenasından kaçınamaz, ama bu pratik biçimleri sürdürülürken hakikat iddialarına meydan okuma yollarını aramak şarttır; dolayısıyla bu aktivistler hem elbirliği yaptıkları hem de karşı durdukları iktidarların –tam da boğalarını önümüze koyan, sonra da iki boynuzdan daha zararsız olanını seçmemizi isteyenlerin– otorite temellerini sarsmanın peşine düşmelidirler.
Bunun imkânsız olduğu yerde salt reddetme de siyasi eylemin etkili bir biçimi olarak görülebilir. Fakat bu seçenek reddedecek kabiliyete sahip olanlara bırakılmalıdır.