Korku, Yalan, Hakikat: Uzun Sürmüş Bir Gün, Türker Armaner, s. 139-143
"Yıllarca yalan söylemiş, yalan yaşamış olacağım, diye bağlıyor düşüncesini. Oysa bunu istemiyorum. Ama zindana atılmak da beni korkuttuğuna göre, inandığımı sandığım şeye beni bağlayan inanç bağlarının ne kadar ince, ne kadar dayanıksız olduğunu anlıyorum."(1)
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı'ndaki üç öyküde de karakterlerin "yalan" ile "hakikat" arasında salındığını görürüz, ama öykülerin her birinde zaman farklı biçimlerde akar.
Anlatıcı tekniği açısından karşımıza çıkan, "Ada" ile "Tepe"de üçüncü tekil şahıs, "Dutlar"da birinci tekil şahıs kullanıldığıdır. İlk öyküde anlatıcıyla Andronikos'u izleriz; bu, Andronikos'un hem fiziksel dünyadaki hislerini, hem de düşüncelerini, anılarını ifade eden bir anlatıcıdır. Örneğin metnin hemen başlarında geçen şu cümle: "Canı oyalanmak istiyor. Ama vakti yok" (s. 9). Aslında "Ada" öyküsünde üçüncü tekil şahıs formunda birinci tekil şahıs anlatıcıyı dinleriz.
Anlatıcı Andronikos ile, biz de anlatıcıyla yürürüz, hatırlarız, canımız acır, inanırız, şüphe duyarız, korku duyarız. Sonuç olarak, karşımızdaki bir "tanrı-anlatıcı" değildir; öyküde Andronikos'un olmadığı hiçbir yerde ya da zamanda bulunmayız. Andronikos'un hatırladıklarıyla ilk öyküde, "Ada"da sık sık kesintiler oluşur; bu kesintilerde de okur artık Andronikos'un hafızasındadır.
Bu kesintilerin sadece ikisi Andronikos'un manastır öncesi dönemine aittir: "Çocukluğunda, manastıra girmeden önceki yıllarda, surun önüne çıkıp mahallenin bütün çocuklarıyla birlikte denize girerken, yüzmesini iyi öğrenmişti" (s. 13).
"Çocukken, sokakların kuytu uçlarında, arsalarda, mezarlık kıyılarında işkence oyunlarını az mı oynamışlardı?" (s. 35)
"Ada"daki öteki kesintiler ikonakırıcılığı ve manastırdan adaya kaçışı anlatır, ilki "Şehri düşünüyor" (s. 20) cümlesiyle başlar. Bundan hemen sonraki kesintide anlatıcı ifadesi ilk kez değişir ve "Geçmiyordu. Şimdi, öyle düşünmeli, öyle yapmalı cümleleri. Geçmiş zamanda" (s. 21) cümleleriyle karşılaşırız. Anlatıcının ifadesi, Andronikos'un beden hareketleri ve düşünceleriyle bağlantılı olarak dönüşmektedir. Bu ikisinden sonra "Ada"da geçmişe dair on iki kesinti daha bulunur.
"Ada"da ve "Dutlar"da, E. Auerbach'ın Mimesis'te V. Woolf'un Deniz Feneri romanı üzerine yaptığı yorumu izlersek, bu metindeki tekniğe benzer biçimde, tek bir gün tüm anlarıyla anlatılır, önemsiz görünen bazı ayrıntılar büyür, genişler, zamanın akışındaki tempo düşer: "Sırtını gene kayalık yara veriyor. Önce bir parça ekmek koparıp atıyor ağzına, sonra bir çimdik peynir. Arkasından bir üzüm tanesi. Bir üzüm tanesi daha..." (s. 50).
Andronikos'u izlediğimizde, düşüncelerin ve hafızanın zamanı ile bedenin tabi olduğu fiziksel zamanın paralel biçimde aktığını da görürüz: "Düşüncesinin sınırlarını çizen, öteden beri çizmiş olan birtakım kavramlar var. Şimdi farkına varıyor. Gelip gelip inanca, kısırlığa, bir şeyler yapma kavramına dayanıyor. Oysa ya bundan kurtulmalı... [...] Sağında bir açıklık farkediyor ansızın" (s. 47).
"Şimdi, hücresine çekilmiş, ilk terini döktükten sonra soğuk soğuk düşünüyor gibiydi. Hani, beden ağırlığının ansızın ortadan kalktığı, kalkar gibi olduğu, insanın düşünceden başka bir şey olmamağa doğru yol aldığı durumda... " (s. 38). Burada da üçüncü tekil şahısta Andronikos'un kendisiyle; bedeniyle ve zihniyle kurduğu ilişkiyi izleriz. Andronikos bizim için üçüncü gözün benzetmesiyle "hücresine çekilmiş gibi..." düşünüyor değildir, okur Andronikos' un kendisini "hücreye çekilmiş" gibi hissettiğini anlatıcı aracılığıyla öğrenir. Ya da: "Andronikos'un durduğu yerden gözükmüyor şehir" (s. 46). Andronikos göremeyince şehri biz de göremeyiz; çünkü anlatıcı kendisinin, Andronikos'un ve okurun gözünü aynı açıya yerleştirmiştir.
"Ada" öyküsünde Bizans'ı ikonakırıcılığa, Andronikos'u da adaya sevk eden durumların hatırlanmasıyla kesintiler oluşur, ama bu kesintili haliyle bile Andronikos'un anlatı zamanındaki ilerleyişi, hem adadaki uzun süren günün içinde, hem de yeni yasaya karşı verdiği karar ânında, tutarlılık gösterir. "Karar verebilmesi, verebildiğinin farkına varması uyandırıyor onu uykudan" (s. 37). Andronikos da İoakim de yeni yasanın karşısında korku duyar; ama Andronikos yasayı askıya alır ve yalan söyleyerek yaşamış olmamak için kendi tekil hakikatini ileri sürer. Bir açıdan, bence, Eski Ahit'teki mesele benzer biçimde, oğlu İzhak'ı kurban etmek için Moriah dağına giden İbrahim'in yaptığını, yaygın ahlakı askıya alarak sadece kendisine inanan İbrahim'in yaptığını yapar. İoakim'in hafızasında rastladığımızda da Andronikos'un "Perdeye bakarak 'Ant içmemeğe geldim,' diyen dümdüz sesini" (s. 82) işitiriz.
Andronikos'un zamanı ("Ada") ile İoakim'in zamanı ("Tepe"), karakterlerin karar verme sürecini izleyen bir anlatıcıyla, farklı biçimlerde akar; her iki karakter için, her iki öyküde, anlatı dilinin ayrı bir ilerleyişi vardır:
Yaşamayı eskitmekten
Eskitmek için kullanmak gerektir bir şeyi, herhangi bir şeyi
Yaşamayı tüketmekten
Bu da öyle, tüketmek için başlamak gerekir
Yaşama sanki hiç gelmeyecek, erişmeyecek bir bayram gibi, bir (s. 64)
Satır biter.
Bir başka örnek:
Ne olduğunu biliyor artık.
Ne olduğunu
Yenik olduğunu
Dolayısıyla utkuya varmış olduğunu.
Biliyor. (s. 119)
Andronikos ile yürürken, hatırlarken bu formda cümlelerle karşılaşmayız.
Andronikos'un adaya kaçışıyla İoakim'in Ravenna'ya gidişi, aynı korkuyla yüzleşmenin sonuçlarıydı, ama süreçleri çok farklı işlemişti; Andronikos kendi ölümüne de karar verir, İoakim ise öykünün sonunda "Tanrı canımı almayacak mı daha?" (s. 121) der. Dolayısıyla her iki karakter için, farklı akan anlatı dilleri, farklı zamansal diziler işler — metinlerde bir kahramanın (İoakim'in Andronikos için sarf ettiği sözdür bu) ve bir boyun eğenin zamanında anlar aynı biçimde dizilmemiştir. Andronikos iki katmanda, yasaya karşı bedeninin duruşunda ve inanca ilişkin sorgulamasında uzun sürmüş günü kendisi sonlandırır; İoakim'in günü bitmek bilmez. Andronikos'un sözü gibi hakikati de bütünlük içindedir, İoakim ise, "Tepe" de anlatılan mimarın hikâyesi gibi, ne ölümünü ne de kendi hakikatini kurabilmiştir, hakikati parçalıdır, İoakim'in anlatıcısının sözü de öyle...
Adaya giden, dönen Andronikos, Ravenna'ya, Roma'ya giden İoakim, Buenos Aires'e giden Gigi Pozzi, Istanbul'a gelen Guilia Pozzi, Ankara'ya giden anlatıcı... Üç öyküde de "yol" imgesi fiziksel dünya ile inancın dünyası arasında bağlantı kurulmasını sağlar: "Bu korkunç karışıklık içinde, sis ortasında kalmış gibi, bir yol aramak, gerçekliği kavramak..." (s. 29). Pozzi çiftinin Roma'da uğradığı saldırıya dair anlatıcı "Dünya değişmişti artık kendileri için," (s. 136) der, ama aslında bu Guilia Pozzi'nin sözüdür. Üç öyküde de kimse dünya değiştiğinde kendi yerinde durmaz, kimsenin kendine dair bir yeri bulunmaz. "Dutlar" öyküsü birinci tekil şahısta yazılmıştır, ama bu metinde de başlangıcı, sonu ve aradaki iki yer dışında "Ben" diyen bir anlatıcıyı görmeyiz. "Dutlar"da da, "Ben" demeyen birinci tekil şahıs anlatıcı değişen dünyayı anlatır. Tırnak işaretinin kalktığı yerlerde anlatıcının "Ben"i tümüyle silinir, örneğin "Gigi Floransalıydı ama Roma'nın bu mahallesini bir Romalı kadar bilirdi," (s. 135) denir; "Floransalıymış", "bilirmiş" yerine...
Roma'da uğradıkları saldırıyı anlatırken Guilia Pozzi şöyle der: "Pancurların arkasından karanlıkta herkes bizi seyrediyordu muhakkak. Başka geceler başkalarını seyrediyorlardı böyle, belki de. Bir gece de, belki, başkaları kendilerini seyredecekti..." (s. 136). Üç öyküde de; karakterlere bakanlar, karakterlerin bakmasını yasaklayanlar, karakterlerin gördükleri/göremedikleri şeyler, karakterleri izleyen anlatıcılar, kendilerini izleyen karakterler bulunur.
Andronikos hem hatırlar, düşünür, hem de uzaktan başkasına bakar gibi, bunları hatırlayan, düşünen kişi olarak görür kendini. Andronikos ile İoakim, ikonaların kırılmasına dair yasayla, kutsal olanın gücünü kendileri üzerinde uygulayacak, kendilerinin de onun aracılığıyla kutsal ile bağlantı kurmasını sağlayacak aracıyı da kaybetmiştir. Bizans ikonalarının asli özelliklerinden birini düşünürsek, Andronikos ile İoakim'in, kendi hakikatleriyle göz temasları ortadan kalkar.
"Kutsal resimlere bakarken," der anlatıcı, "bunların kutsal sayılmadığını düşünmeğe çalışıyordu" (s. 33). Ama Andronikos buna sadece "çalışır", kutsal sayılmadığını "düşünüyor" değildir. Anlatıcı —ya da anlatıcılar— üç öyküde de karakterlerin bakışlarını hakikat ve hakikat dışı arasında bir salınıma tabi tutar. Andronikos İoakim'i düşündüğünde ilk öykü biter, Andronikos'un manastıra dönüşünü "yetmişlik keşiş" İoakim'in hatırlayışından öğreniriz, Gulia Pozzi de kendi hikâyelerini anlatıcı aracılığıyla aktarır.
Andronikos adada bulunduğu yerden şehre baktığında o anki zamanıyla manastırdaki zamanı arasında bağlantı kurulur. İoakim Andronikos'a manastırda yapılan işkence esnasında günlerce bakar, bakmak zorunda kalır. "Dutlar"ın ve kitabın sonunda anlatıcı bir daha bakar yapraklara.
Kitabın tümünde, hakikat ile yalan ya da yalan ile hakikat arasındaki sınırda da —çünkü hangisinin önce başladığı belirsizdir— sadece korkuya dönüşmüş, sadece korkudan ibaret kalmış bir dünya bulunur.
...
Notlar