1. Bölüm: 30 Yıl Sonra, s. 11-16.
1993'te, Fransa'da Psikanalizin Tarihi'nin,(1) tamamı Lacan'ın düşüncesine, yaşamına, yapıtı ve eylemine adanmış üçüncü cildinin yayımlanmasından sonra, günün birinde sadece bu aykırı düşünceli ustanın mirasının değil, aynı zamanda benim kendi çalışmamın, gerek psikanaliz topluluğu içinde gerek dışında, nasıl yorumlandığının bir bilançosunu çıkarmamın gerekebileceği duygusuna kapıldım sık sık.
Eleştirel yaklaşıma dayalı sakin bir çalışmanın harareti düşüreceğini sanmakla hiç kuşkusuz yanılmışım. Kitabın başına aldığım Marc Bloch'un ünlü sözünün –"Robespierre'ciler, Robespierre'e karşı olanlar yalvarıyoruz size: Söyleyin allahaşkına, Robespierre kimdi?"(2)– Lacan'ın insan olarak kaderine ve düşüncesinin gelişimine sükûnet içinde bakmayı sağlayacağını sanmakla da galiba hata etmişim.
Kitabın aldığı tepkiler büyük ölçüde olumlu oldu, ama gerek yapıtı, gerek insan olarak kendisi günümüzde en akıl almaz yorumlara konu olmayı sürdürüyor; öyle bir zamanda yaşıyoruz ki ya her kuşak kendisinden önce olan biteni unutma eğiliminde, ya da geleceğe ışık tutma kaygısıyla geçmişi düşünecek yerde, "altın çağ" olduğu sanılan bir mirasa ve soyağacına dayanarak eskiyi göklere çıkarmak işine geliyor insanların.
Buna bir de dönem dönem ortaya çıkan, şöhrete kavuşamadıkları için ona buna saldıran terapistlerin ya da vurdumduymaz yergicilerin hezeyanları ekleniyor: Yok Freud Naziymiş, Yahudi düşmanıymış, baldızıyla yatmış, caniymiş, sahtekârmış. Lacan da sapıkmış, vahşi hayvanmış, Maocu, tecavüzcü, tarikat önderi, sahtekârmış, karılarını, hastalarını, hizmetçilerini, çoluk çocuğunu durmadan dövüyormuş, silah koleksiyonculuğu yapıyormuş. Bu konuda dilin kemiği yok, dedikodu tam gaz, üstüne üstlük her gün yeni bir şeyler ekleniyor.
Çağımız bireyci ve pragmatist. Ânı yaşamayı, ekonomik belirlemeciliği, sondajları, dolaysızlığı, göreciliği, rahatı seviyor. Siyasi bağlılığı ve seçkinleri sevmiyor; düşünceyi küçümseyip transparanlığı, kötülükten, sapıklıktan keyif almayı yeğliyor; insanları nöronlarıyla, genleriyle açıklayıp duygu ve heyecanları sergilemek hoşuna gidiyor. Sanki insanlığın durumunu tek bir nedensellikle açıklamak mümkünmüş gibi geliyor insanlara. Avrupa'da popülizmin tırmanışı, açıkça ırkçılığı, yabancı düşmanlığını ve milliyetçiliği savunan bu popülizmin bazı aydınlara çekici gelmesi bu durumu körüklemekte.
Şunu da söylemeliyiz, vahşi bir kapitalizmin ortaya çıkması, sefalet ve umutsuzluğu dünyaya yayarak, bazıları için kimlik deneyimi ve politik gönderme yerine geçen dinci fanatizmi yeniden hararetlendirdi. Fransa'da ruh hastalıklarına yakalanmış ve ellerinden geldiği kadarıyla tedavi (ilaçlar, değişik terapiler, tamamlayıcı tıp, her türlü iyileştirme yöntemleri, kişisel gelişme, manyetizma, vb.) gören sekiz milyon kişi var. Demokratik dünyanın her tarafında, kendi kendini iyileştirme yöntemleri sonsuz bir çeşitlilikle çoğalmakta; bilimin, çoğu zaman da aklın dışına çıkmakta. O dünyada artık –toplumsal mutluluğun değil– zevkin peşinde koşmak, hakikat araştırmasının yerine geçmiş bulunuyor. Psikanaliz kendi hakikatinin peşinde koşmaktan vazgeçmediği için de, bu iki eğilime, bir yanda zevk düşkünlüğüne, öte yanda kendi kimliğine kapanmaya ters düşüyor.
Ama içinde yaşadığımız çağ, bu arada, sahnelediği özelliklere muhalefeti de üretiyor: Hölderlin'in dediği gibi, kurtuluşun en yakın olduğu an tehlikenin en büyük olduğu andır(3) – umudun da öyle. Kanıt mı? Avrupa'da otuz yıl boyunca başkaldırı düşüncesine gülünç eleştiriler getirildi, ama bakın Avrupa'da doğan devrim düşüncesi şimdi başka yerlerde yeni bir arzu olarak filizleniyor.
Psikanalizin tarihi ve bu tarihin yazıya geçirilmesi söz konusu olunca, böyle bir ortamda duruma sonradan göz attığımızda, olup bitenlerin titizlikle ortaya konmasından ve çokyönlü birtakım gerçeklerin incelenmesinden sonra bile, Lacan –tıpkı Freud ve tüm ardılları gibi– hâlâ kâh bir şeytan kâh bir idol gibi görünüyor. Bu nedenle de her şeye ya ak ya kara gözüyle bakılıyor ve tarih inkâr ediliyor. Psikanalistler de bunun dışında kalmıyor: kapalı dil, melankolik havalara girme, toplumsal sorunlara kapalılık, geçmişe özlem… Tarih yerine eskiyi anmayı, olayların incelenmesi yerine papağanca tekrarını, şimdiki zamana bağlanma yerine geçmişe hayranlığı öne çıkarıyorlar. "Yarının başka bir gün" olduğunu bile bile unutuyorlar. Öyle ki insan bazen kendi kendine uzmanı oldukları alana ve devraldıkları mirasa düşman mı kesildiler diye sormadan edemiyor.
Bu gözlemde bulunurken, yeni bir umudun filizlendiğini gördüğüm için, Lacan'ın ölümünden 30 yıl sonra, psikanalizin –"destansı" denen– bir döneminin sona ermeye yüz tuttuğu ve psikanalistlerin de devlet eliyle düzenlenen bir meslekte örgütlenerek, psikoterapist ordusuna dönüştüğü bir zamanda, etkilerini XIX. yüzyılın sonunda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ve ona bağlı bütün kurumların –babaya dayalı aile, monarşik egemenlik, geleneğe tapma, geleceğin reddi– yavaş yavaş yıkıldığı bir dönemde göstermeye başlayan bir entelektüel maceranın son büyük düşünürünün yazgısından bu sefer başka türlü ve daha kişisel bir üslupta söz etmek istedim.
Bugünün okuru için, bütün bir kuşağı içermiş olan bir yaşamın ve yapıtın önemli dönemlerini hatırlatmaya ve aradan geçen zamanın sağladığı mesafe sayesinde serbest ve öznel olarak yorumlamaya çalıştım. İsterim ki bu kitap Lacan'ın yapıtı ve yaşamındaki gizli bir yanın ortaya çıkarılması ve bilinmedik yollarda gezintiler olarak okunsun: Arşive ışık tutan bir saklı ya da arka yüz, ışık görünce içindeki karanlık figürlerin canlandığı bir tablo gibi. Başka bir Lacan'ı parça parça anmak istedim ki aşırılıklarıyla, "gerçek tutkusuyla",(4) nesneleriyle yüzleşebilsin: Tek sözcükle –simgesel evreninden dışlanmış olan– kendi gerçeğiyle buluşsun. Yeni sözcükler bulma tutkusuyla kendinin dışına taşan, kenarların, çevrelerin, harflerin Lacan'ı olsun.
Bu Lacan bizim zamanımızı zaten önceden bilmiştir. Irkçılığın, cemaatçiliğin, cehalet tutkusu ve düşünce nefretinin tırmanacağını, erkeklik ayrıcalıklarının azalacağını ve vahşi bir kadınlığın artacağını, depresyona girmiş bir toplumun geleceğini öngörmüş, devrim ve aydınlanmanın çıkmazlarını, dine dönüşen bir bilime, bilime dönüşen bir dine ve sadece biyolojik bir varlığa dönüşen insana inanılacağını haber vermiştir. "Pek yakında," diyordu daha 1971'de, "ırkçılık adını vereceğimiz ve sırf konuştukları için her türden bilinç/vicdan sorunuyla karşı karşıya kalan varlıklarda hayatın yeniden üretimi düzeyinde her şeyi denetimi altına alacak ayrımcılık sorununun içinde boğulacağız."(5)
Ölümünden 30 yıl sonra Lacan'dan söz etmek aynı zamanda modernliğimizde önemli bir yer tutan entelektüel bir serüveni de hatırlamak olacak; ne denirse densin bu serüvenin mirası hâlâ verimlidir, çünkü ifade ve davranış özgürlüğünün, her türlü özgürleşmenin (kadınların, azınlıkların, eşcinsellerin) ortaya çıktığı, yaşamı, aileyi, deliliği, okulu, arzuyu değiştirmenin umut edildiği, normların reddiyle birlikte kanunlara karşı gelmekten zevk alınan bir dönemdir bu.
Açık düşünceli ve feleğin çemberinden geçmiş bir çapkın olarak Lacan, bu umutlara pek bel bağlamadı, ama kendisini kıskanan birçok muhafazakârın da oklarına hedef oldu. Dinsel kurtuluşun yerine ilerlemeyi, obskürantizmin yerine Aydınlanma'yı geçirebilmenin tek yolunun hakikat arayışı olduğuna emindi. Yine de, demekteydi kendisi, akılcılık tersine dönebilir ve kendi kendisini yok edebilir, bunu bilmek gerek. Bu yüzden törenlerin, geleneklerin ve simgesel yapıların savunucusuydu. Bugün ona "guru" ya da "demokrasi düşmanı" gibi alçaltıcı etiketler takanlar, Lacan'ı bu hiç benimsemediği şeylerle suçlarken, onun bazen kendine bile karşı gelerek bu değişim süreçlerinde yer aldığını unutuyorlar. Söz konusu değişim süreçlerinin paradokslarını, bugün hoşumuza giderek kullandığımız söz ve dil oyunlarıyla olduğu gibi kabul etmişti Lacan. XX. yüzyıl Freudcu'ydu, XXI. yüzyıl daha şimdiden Lacancı'dır.
Lacan bizi şaşırtmayı sürdürüyor.
XX. yüzyılın başında doğmuş ve iki korkunç savaşı yaşamış, 1930'lardan başlayarak ün kazanmıştı. Ama Fransız düşüncesi üzerine etkisini en çok 1950-75 arasında göstermişti. II. Dünya Savaşı'nda Fransa'daki Direniş'in doğurduğu iki hareketten (De Gaulle'cülük ve komünizm) miras kalan toplumsal ve politik bir idealin, sonra da sömürgelerden vazgeçmenin ve son olarak Mayıs '68 olaylarının damgasını vurduğu Fransa, kendini dünyanın en kültürlü toplumu olarak görüyor, evrenselci ve eşitlikçi cumhuriyet tapınmasının yön verdiği bir hukuk devletinde aydınların egemen yer tuttuğu bir ulus olduğunu düşünüyordu.
Akıl ve ilerlemeye bağlı bütün özlemler bu bağlamda anlamlıydı. Ruh hastalıklarına yakalanmış nevrotik, psikotik, depresiflerin ve suçluların kaderini iyileştirme tasarısı da gündemdeydi. Ve işte tam bu sırada Lacan, demokratik toplumların mümkün tek ufkunun, insanın karmaşıklığının bütün yanlarını –iyisi olsun, kötüsü olsun bütün yanlarını– anlamayı sağlayacak tek görüşün, Freud'un çıkışı olduğunu inatla savundu. Kötümserliğe olsun, alaycılığa olsun epey eğilimliydi, ama yine de Lacan dar kafalı gericiliğe bulaşmadı.
Eski Yunan trajedisinin yanı sıra Marquis de Sade'ın yazılarını da seferber ederek Auschwitz mirasını Freudcu tarzda ele alan, olayın korkunçluğunu gösteren tek psikanalist düşünür de o oldu. Nazilerin Yahudileri yok etmesini ölüm dürtüsünden hareket ederek yeniden yorumlamayı Freud'un mirasçıları arasında bir tek o becerebildi. Eğer Lacan psikanalizi bu şekilde yeniden düzenlemese ve kendisinin insanlardaki en kara ve en zalim yana duyduğu hayranlık olmasa, Fransa'da psikanaliz, Pierre Janet ya da Théodule Ribot zamanındaki gibi tıbbi bir psikolojiye dönüşür, ya da daha beteri Léon Daudet, Gustave Le Bon veya Pierre Debray-Ritzen tarzı berbat bir şey olarak kalırdı.
Notlar
(1) Elisabeth Roudinesco, Histoire de la psychanalyse en France, cilt 1 (1982, 1986), Fayard, 1994; cilt 2 (1986), Fayard, 1994; Jacques Lacan: Esquisse d'une vie, histoire d'un système de pensée, 1993; üç cildi birleştiren gözden geçirilmiş ve düzeltilmiş yeni baskı, Paris: Hachette, "La pochothèque", 2009. Yukarı
(2) Marc Bloch, Apologie pour l'histoire, ou Métier d'historien, Paris: Armand Colin, 1993 [1949], s. 157; Türkçesi: Tarihin Savunusu ya da Tarihçilik Mesleği, çev. M. Ali Kılıçbay, Ankara: Gece, 1994. Yukarı
(3) "Ama tehlikenin olduğu yerde büyür / Kurtaracak güç de". Friedrich Hölderlin, "Patmos", Oeuvres, çev. Gustave Roud, Paris: Gallimard, "Pléiade Kitaplığı", 1967, s. 867. Yukarı
(4) Alain Badiou, Le Siècle'de böyle diyor: Paris: Seuil, 2005, s. 54; Türkçesi: Yüzyıl, çev. Işık Ergüden, İstanbul: Sel, 2011. Yukarı
(5) Jacques Lacan, Le Séminaire: Livre XIX, … ou pire (1971-1972), Paris: Seuil, 2011. Yukarı