Oturma iznimi görüyor ve göçmen kreplerinden tadıyorsunuz, s. 17-20.
Şimdi derin bir nefes alalım, şeker atılmış limonlu sıcak çayımızı yudumlarken biraz daha ağır adımlarla tekrar başlayalım – tıpkı çocukluğumdaki siyah beyaz filmlerin, kesilmeden uzun süre devam eden sahneleri gibi. En önemli tanığım olan Madam Natali Çernov'u ziyaret etmeden önce azıcık vakit öldürmenin sakıncası yok. Burada, Paris'te turistlerin, yasal ve yasadışı göçmenlerin ya da kılık değiştirmiş Fransızların arasında kendimizi kaybedebiliriz. Yabancı dilde konuşmalar duyuyorum; Kreol, İngilizce, Arapça, Macarca, İspanyolca, Türkçe, Rusça, bozuk Fransızca. Yanımdaki masada oturan meraklı yabancı, "Nerelisiniz matmazel?" diye soruyor. "Durun tahmin edeyim – Arjantinlisiniz! Ah evet, Pampas'ın sarhoşluğu! Las noches blancas de tango... (* Fr. "Her zaman olduğu gibi"; ** İsp. Tangolu beyaz geceler. –ç.n.)
"Rus musunuz? Ah, harika. Orada ne değişimler olduğunu okuyoruz. Çok heyecan verici olmalı. Kuğu Gölü'ne bayılırım biliyor musunuz? Çaykovski bir dâhiydi. Tata–tata–ta-a-a–tararata tatatata-taaa. Sonra o film yok mu, beyaz karlar yağarken fonda kederli, romantik bir ezgi çalıyordu hani. Film üç saatten fazla sürmüştü; bitince nasıl ağladım bilseniz. Onu yürürken görüyor, ah, belki o bile değil, sadece solgun dudaklı başka bir kadın. Yine de tramvaydan atlayıp onun ardı sıra koşuyor ve kalp krizi geçirip ölüyor. Tak diye, kazara ölüp gidiyor. Bütün bunlara inanamamıştım. Birbirlerini gerçekten seviyorlar ama yürümüyor. Anlatabiliyor muyum? Hiç Rusa benzemiyorsunuz vallahi. Hem de ne güzel bir Amerikan aksanıyla konuşuyorsunuz!"
Teşekkürler sevgili yabancı. Hâlâ belirtme edatlarını kaçırdığım oluyor, fakat düzeltmeye çalışıyorum konuşmamı. Sizin anlayacağınız, Amerikalı bir Rusum ben. Şimdi Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşıyorum. Pek sayılmaz. Tarih eğitimi görüyorum. Hayır, fakat oturma iznim var. Hâlâ "yabancı" olsam da yerleşiğim artık. Kaçak değilim, yemin ederim, ama vatandaşlığa geçemedim daha. Bugünlerde oturma izni almak bile güç. Kazalardan çok korktuğum için hep yanımda taşıyorum kartımı. Görmek ister misiniz? Sol kulağımı ayan beyan gösteriyor. Göçmenlik ve Vatandaşlığa Kabul Bürosu'ndaki mülakatta Komünist Parti üyesi olup olmadığımı sordular. Hayır, ama büyükannem üyeydi dedim. Ah, anlıyorum. Bunu zaten biliyordunuz.
Oldum olası havadan sudan konuşmayı beceremem. İyi niyetli yabancım sadece nereli olduğumu öğrenmek, kafe ortamında benimle sohbet etmek, biraz fiyaka yapıp sonra kendi işine gücüne bakmak niyetindeydi. Sanki bir şeyler yazmak için sabırsızlanıyormuşum ya da yalnız kalmak istiyormuşum gibi not defterimi açıp kalemimi onun gözüne sokarcasına ısırmaya başlamasaydım keşke. Savunmacı tonum, kazalardan ve komünist büyükannemden bahsetmem, vaziyete hiç uygun düşmedi.
Bununla birlikte daha en başından, Paris'e gelmeme, Nina'nın öldürülüşüne kafayı takmama sebep olan şey, kaza korkumdu. Bu ne zaman başladı, bilmiyorum. Belki de büyükannem bana tren oyununu öğrettiği zamandır. Finlandiya Körfezi'nde kiraladığımız, ufak sundurmalı bir odadan ibaret olan daçamıza gidiyorduk. Son vagonun dumanlı platformunda durup istasyonların geride kalışını izlemiştik; arada bir çayüzümü satıcıları belirip kayboluyor, fondaki çam ormanları giderek uzaklaşıyordu. Büyükannemin hoşuna gitmeyen bir şey yapmış olmalıyım; belki Kuzeyli Beyaz Ayı çikolatalarının ambalajını çiğnemişimdir, yahut içinde ne var göreyim diye bebeğimin kafasını koparmışımdır. Artık bebeklerle oynamaktan hoşlanmıyordum. Özellikle de saçları açık sarı permalı, donuk gözlü, lastikten yapılma o Doğu Alman Nataşasıyla.
"Beni dikkatle dinle," dedi büyükannem, "yoksa şansını kaybedersin. Tren raylarına bakman gerekiyor. İşaretparmağını kaşlarının arasına koy, sonra doktorun yaptığı gibi burnuna doğru kaydır. Şimdi on sekize kadar say. Bir, iki, üç. Hazır mısın? Kaç tane tren yolu görüyorsun?"
"İki," dedim.
"Devam et, daha hızlı say, dört, beş, altı, yedi... Bir keresinde korkunç bir kaza geçirmiştim," diye fısıldadı damdan düşer gibi.
O anda iki paralel tren yolu, sanki işaretparmağımın emriyle, çarpışarak birleşti; şimdi daracık ve paslı siyah renkteydi yol. Yaşlı bir çam ağacının kökleri gibi toprağın derinliklerine dalıyordu. Artık ilerlemiyorduk; çorak topraktan gayrı gidecek yerimiz, istikametimiz, varış noktamız yoktu. "Aaaah," diye bağırdım.
Yirmi yıldır oynamadığım bu tren oyununu, öldürülmesinden yedi yıl önce Nina'nın seyahat ettiği Paris-Berlin hattındayken tekrar hatırladım. Ama bu kez benimle oynayacak kimse yoktu. Tren sakin ve yavaş bir ritimle giderken, üzerini yabani ot bürümüş çapraz rayları izledim. Tehditkârlıktan öylesine uzaktılar ki – artık güvenli ve bildik gelen, unutulmuş bir maceranın haritası gibi.
Nina günlüğüne, "Berlin'den Paris'e hoşça, hiçbir hadise yaşamadan vardım," diye yazmış. "Paris, hayalimdekine pek az benzeyen, anonim ve iç açıcı bir şehir." Kimsenin onu karşılamaya gelmediğini söylerken belirgin bir üzüntü sergilemiyor. Hamal oğlan, hafif valizini taşımakta ısrar etmiş; çocuk Rus aksanıyla konuşuyor ve "işşiz kalmış küçük bir prense" benziyormuş.
Nina'nın yarım kalmış günlüğünde bir sürü eksik sayfa, sırası karışmış kayıtlar bulunuyor. Bu günlüğü kazara, büyükannemin bahtsız bir arkadaşı olan, defalarca göç etmiş, hep yanlış zamanda yanlış yere gitmiş Leo Amca vasıtasıyla bulmuştum. Nina'nın günlüğünde beni çok etkileyen bir şey vardı: tanıdıklığın sızısı, gizli bir hısımlık, o sırada pek kavrayamadığım bir şey. Nina Rusya'yı yeniyetmelik çağında, Ekim Devrimi'nden kaçan anne-babasının ardı sıra terk etmişti. Sonra anne-babasından ayrılarak Berlin'den Paris'e geçmiş, orada psikoloji ve dilbilim okumuş, göçmen cemaatinde esaslı bir skandal yaratan "Sürgüne Methiye" adlı makaleler dizisini yazmıştı. Avrasyalılar hareketinin karizmatik lideri Boris Krestovski'yle o günlerde dostluk kurmuşsa da, harekete olan bağlılığının derecesi bilinmiyor. 1939'da, hiçbir iz bırakmadan yitip gitti. Büyük ihtimalle öldürülmüştü, fakat cinayetin sebebi ve şüpheliler belirlenemedi.
Leo Amca muammalı bir tavırla, "Demek Avrasyacılığın tarihine ilgi duyuyorsun, canım. Avrasyacılık sana bunları eder işte," demişti. Çin-Rusya uzlaşmasının sağlandığı gün kalp krizi geçirdi. "Avrasyalılar," diye fısıldadı, "bugün Rusya'yı yönetiyorlar. Avrasya imparatorluğu dünyayı fethedecek." Zavallı Leo Amca sayıklıyordu, fakat böyle sayıklarken her zamankinden daha anlamlı laflar edebiliyordu. Leo Amca öldükten sonra, Nina'nın hikâyesindeki bazı korkutucu boşlukları doldurma mecburiyeti hissettim; bu düğümü çözmeyi umuyordum.
...