Birinci Kitap: Özgürlüğün İcadı, On Sekizinci Yüzyılın İnsani Mekânı, s. 23-30.
ŞAŞAA VE LÜKS
Maiyetinin, bakanlarının ve metreslerinin oturmaları için saraylar inşa ettiren; saltanat arabalarının ya da muhafızlarının geçit töreni yapması için caddeler açtıran; hoşça vakit geçirmek için tiyatrolar, gelirlerini artırmak için imalathaneler, Tanrı'sına kulluğunu göstermek için kiliseler yaptıran 17. ve 18. yüzyıl hükümdarı, ihtiyaçları sınırsız bir kimse gibi davranır. "Kral emriyle" dikilen binalar, öncelikle "kral için" olan binalardır. XIV. Louis gibi Versay'da, ya da Büyük Petro gibi Saint-Petersburg'da bir şehir kuruyorsa, her şeyden önce onu başkenti ya da meskeni yapmak içindir. Siparişi veren kişi kralsa, sipariş ettiği yapıların baş kullanıcısı gibi davranır; azametine yakışır ölçülerde olmalarını, onlarda kudretinin somut suretini görmek ister. Aslında, her şey ona kendi amblemini, kendi şiarlarını, kendi soyunun alamet ve armalarını, itaat edilen iradesinin suretini yansıtır. Eğer inşa ettiriyorsa, II. Yekaterina'nın bahsettiği "inşaat taşkınlığına" kendini kaptırıyorsa, bazen kendine yeni bir politikanın pratik araçlarını sağlamak için, her zamansa kendi arzusunun sihirli etkisinin gözle görülür ve sürekli yenilenebilir kanıtlarına her an rastlayabilmek içindir. Mutlak bir hükümdar, hükümdarlığının şahsi damgasını gözü önünde fiiliyata döken yeni daireler düzenlemediği sürece atalarının yuvasında kalamaz pek. Fakat hükümdar ile etrafına kurduğu eserler arasındaki bu "narsisist" ilişki, neredeyse ânında kamusal eyleme ve hükümranlık gösterisine dönüşür. 18. yüzyılın hükümdarları, Almanya'nın küçük saraylarına varıncaya kadar, hep debdebe içinde çalım satma meraklısı bir barok geleneğin takipçisidirler. Gösteri de, hiç değilse o eski biçimiyle, bir gösteriden fazlasıdır; seyircilerin mesafeli ve özgür kalmalarını kabul etmez; tanıklarını esir alan ve onları bir biat ayininin parçası haline getiren bir büyüleme girişimidir: Karşı konulmaz bir iradenin göz kamaştırıcı ispatıdır. Şaşaa yalnızca hükümranlık göstergesi değildir: Duyumsanabilir türlerle maddileşen ve tezahür ettiği biçimlerin dış görünüşünü yenileyebilen bir iktidarın dışavurumudur. Süslü eşyalarla yüceltilen, meskenleri dikkat çeken hükümdarın sureti, evrensel bir tanığı celp eder. Hükümdar ile hazinesine ait araziler arasındaki kişisel ilişki dünya yüzünde kurulur: Mutlak iktidar mitosu bu yayılmacı ihtişamın algılanır algılanmaz seyircisini fethetmesini, dalkavuğa çevirmesini ve hükümdarın itibar halkası içine almasını ister. Kısacası hükümdarın saray ve maiyetiyle arasındaki sahiplik ilişkisi, onun bütün evrenle olan kurmaca ilişkisinin örneksemeli suretini oluşturur.
Fronde karışıklıklarından (1648-53), İngiltere Kralı I. Charles'ın idamından (1649) sonra, hükümdarlar ölümcül bir tehlikeyi savuşturmaları gerektiğini belli belirsiz anlamışlardır: Şaşaanın sergilenmesi, hem fesada karşı bir büyü hem de bir meydan okumadır. İlahi hukuk duygusu bir XIV. Louis'de hâlâ sarsılmaz olsa da, halkların kraliyete olan inancı ve gözü kamaşmış itaatkârlıkları 18. yüzyılda aşınmaya başlar. Güneş-Kral'ın karşı karşıya kaldığı askeri bozgunlar, dini bölünmeler, Oranj hanedanının İngiltere tahtına yerleşmesi, hükümranlığın görkemli ritüelinin yerini göstermelik ritüellerin aldığı bir dönemin başladığını gösteren olaylardır. İktidar mirasçılarına geçeceği zaman, artık tören kaideleri bir teamül ve yapmacık bir şey gibi görülecektir; mutlak bir düzenin sihirli yaratılışı gibi değildir artık. Oyun hissi, tiyatro bilinci ağır basacaktır. Sarayın havai şaşaası, itibarı artırmak bir yana, yönetimin işini güçleştirecek, onu borca boğacaktır. İşte o zaman da "bürolar" ayrı bir dünya olmaya başlar; hem tecrit edilmiş hem de bağımlıdırlar. Bir metresin kaprislerinin bir bakan ya da müsteşarın azledilmesine yol açabildiği bir sistemde, mutlak otoritenin akışkanlığı kalmamıştır artık. Kısacası, kraliyet şaşaası devletin örgütlenme ilkesi olmaktan çıkar. O andan itibaren sarayın tören kaideleri, kraliyetin sınırlarına kadar yayılacak bir iradenin tezahürüne tekabül etmez artık: Kendini gösteri olarak sunan, istismara dayalı bir tatmindir. Hükümdarın çalımı artık büyülememektedir. Bundan böyle bakınca gördükleri tek şey, canı sıkıldıkça operalara gidip ava çıkarak ha bire metres değiştiren bir adamdır. Bu amaçla ya da daha ciddi gayelerle diktirdiği yapıların haşmet yönünden noksanı yoktur elbette; fakat hoşlukları ve çekicilikleri, hükümdarın özel tatmininin kamu yararının üstünde olduğu kuşkusuna mahal verir. Halktan adam, fethedilip gözleri kamaşmak, hayran hayran bakmak bir yana, israfıyla ulusu batıran o parlak dünyadan atılmış ve dışlanmış olduğu duygusuna gitgide daha fazla kapılacaktır. "Paris'te mutlu olmak neredeyse imkânsız," der Sébastien Mercier, "zira zenginlerin kibirli eğlenceleri, muhtaçların gözleri önünde sürüp gidiyor. Kendilerine asla nasip olmayan o har vurup harman savurma gösterisini görünce, derin bir iç geçirmekte haklılar. Mutluluk açısından köylünün hayli altındalar." Klasik gramere ustalıkla hâkim olan mimarlar tarafından ele alınan biçimlerin tam büyük uyum kazandığı anda, o güzel bina cephelerinin ardındaki hükümdarın dünyası, yaşamın hazları peşinde koşmakla ve kendini içine kapattığı dekoru kasıntı bir şekilde beğenmekle meşgul, imtiyazlarıyla apayrı bir dünya gibi görünür... Dolayısıyla barokun narsisist ve illüzyonist tarafı arıtılmış, imbikten geçmiş ve kusursuzlaşmıştır – fakat "ikna retoriği"nden vazgeçerek, bu retoriği bir gevezeliğe ya da, düpedüz, soylu basmakalıpların külfetsizce birbirini izlediği bir söyleve dönüştürerek yapmıştır bu işi. (Yine de Aydınlanma mimarlarının şu konuda haklarını teslim edelim: 17. yüzyılın klasik trajedisini devam ettiren şairlerden daha talihli çıkmış, daha fazla biçimsel sorunla karşı karşıya kalmışlardır). Geleneksel biçimler yapmacıklaşır, hoş ama boş olur ve kolaylaşırlar; benimsenmiş göstergeler kullanılarak gösteriye dönüştürülen bir bolluğun paraya çevrilmesinden ibarettir yaptıkları. Lüks, bir şekilde sahip olunan fazlalığın dekoratif ilanıdır; bu ilanın tek hedefi de gizlisi saklısı olmaksızın tüketmektir.
Mimarisinin dış biçimlerinde (Boullée ve Ledoux kuşağına kadar) pek az yenilikçi olan –hazır bir dilin esnekleşmiş unsurlarının beceriyle kullanıldığı görülür– bu yüzyıl, damgasını özellikle iç dekorasyona vuracaktır. Varoluşun hedonist yapmacıklaştırılması için, ahşap ve levha resimleyenlerin yaratıcılık yarışına girmeleri gerekiyordu; keza abanoz ustalarının, kuyumcuların, terzilerin, kuaförlerin, aşçıların da... Kişisel hazzın uzaktan göz kamaştırmaya galebe çalmaya başladığı bir şaşaa âleminde, kişinin doğrudan çevresindekilerin –giysilerin, mobilyaların, mücevheratın, bibloların, mahrem odalardaki dekorun–öneminin gitgide artması pek doğaldır. Ve modalar hızla birbirini izleyecektir; zira öncelikle haz kıstası tarafından belirlenen beğeni, çeşitlilik, sürpriz ve yenilikler talep edecektir. İmtiyazlılar için, varoluşun bu yapay kabuğu (Rousseau' nun "sanatlar", bizim "kültür" adını verdiğimiz her şey) karmaşıklaşır ve hafifler, damarlarına ayrılıp yumuşar, ufacık nesneler bakımından zenginleşir, aynalarda ya da cilalı yüzeyler üzerinde dolambaçlı ışık oyunlarına imkân tanır. Yükselen burjuvazinin, gözle görülür avantajlara erişme telaşı içinde başarısını saraya özgü biçimleri taklit ederek gösterme iddiası yüzünden yapaylık duygusu daha da artar. Serveti henüz edinmiş olan burjuva, elinde artık servetinden başka bir şeyi kalmamış olan feodalle birleşir. Watteau'ya resim sipariş eden büyük tüccarlardan bahsederken, Pierre Francastel çok doğru olarak şöyle yazar: "Bunlar güç isteyen burjuvalardır, ama kültür de isterler ve içinde yer aldıkları toplum üzerinde etkide bulunmayı dilerler. Başarılarını ortaya çıkarmak amacıyla, içinde doğmuş oldukları âlemin toplumsal çerçevesinde yükselme arzusundadırlar elbette. Devrimci bir anlayış, her zaman olduğu gibi, sonunda yıkacağı ortamın içinde kalır uzun süre. Zenginleşmiş finans adamı ya da tüccar kendini soylulaştırır, toprak ve unvan edinir; aristokratik bir maske takınmaya çabalar. Zenginleşmeyi sağlayan kuruşu kuruşuna hesaplar ile harcamalarda görünüşteki umursamazlık arasında ister istemez bulunan uyumsuzluk dolayısıyla soylulaşma çabasında kapatılması gereken bir açık vardır. Bu nedenle, soylu zevk özelleşme eğilimi gösterirken, özel insan da zenginliğe erişir erişmez yaşama biçimine zarafet katarak kökenini gizlemeye çalışır. Tek kaygısı para kazanmak olmasına rağmen, şerefi ya da zevki uğruna kendini helak edebilen soyluya benzemek ister. Aslında bu evrimi kolaylaştıran da, en azından Fransa'da, mutlak monarşi olmuştur: Siyasi taleplerini bastırarak, çoğu zaman kabına sığmayan eski feodal soyluluğu gitgide köksüzleşen bir toprak sahipleri sınıfına indirgemiştir. Kral, yaltakçılarını ve memurlarını kafasına estiği gibi onlar arasından devşirir.
Montesquieu, taşradaki küçük soyluluğu resmederken, monarşinin "bütün çıkarları tek tek kendine özgüleştirdiğini" söyleyerek, esef verici bulduğu XIV. Louis'nin iç siyasetinin etkilerini gayet iyi tanımlıyordu. Mimar, hükümdar için konaklar ya da idari kadrosu için bürolar (kimi zaman da hastaneler ya da kiliseler) inşa etmediği zaman, yeteneklerini kentlerin kapılarına özel konaklar, ufak şatolar ya da çılgınlıklar yapmak için kullanıyordu: Binaya yüklenen işlev esas olarak, bahtları yaver gitmiş olanlar için, özel yaşam alanının zevkidir.
Gelgelelim 18. yüzyılda bahtın nasıl gideceği hiç belli olmaz; uşaklar, köylüler, şarlatanlar köşeyi dönerler. Kendilerini beğendirmeyi, her türlü marifet ve zanaati (işbu sözcük [industrie] 18. yüzyılda, dolandırıcılık da dahil olmak üzere her türlü beceri kaynağını ifade eder) kullanmayı bilmişlerdir. Mutlak monarşi, hizmetlerini sunan ve kazanç sağlayacak görevleri üstlenen avamdan insanlara karşı hoşgörülü, hatta çoğu zaman kucaklayıcı davranır. Eski Rejim toplumunun hiyerarşik yapısı ve lonca duvarları, yetenekli insanların yükselmesini ya da acar serüvencilerin dolaşımını imkânsız kılacak kadar katı değildir.
Böylelikle paranın üretkenliğinden (endüstri, ticaret, finanstan) doğan bir toplumsal iktidarın gitgide çoğalan temsilcileri, evvelce krala hizmet ve halkın korunması üzerine kurulu olan bir düzenin çarpık biçimlerini benimseyiverirler. Verimli yatırımlar yapa yapa zenginliğe erişmiş bazı burjuvaların en acil hedefi, paradoksal biçimde, kral yaltakçısına özgü israf, katıksız tüketim ve asalak şaşaasıyla dolu varoluşa girmekmiş gibi görünür. Hizmet değerlerinin (hemen hemen el değmemiş bir görünüm altında) tatmin değerlerine dönüştüğü çöküşe geçmiş bir feodalitede, yükselen burjuvazinin eski imtiyazlıların yaşam tarzına oyun anlamında girmesi zor değildir. "Zengin çok harcamak için doğmuştur," diye yazar Voltaire. Soyadına soyluluk ekini [de/du] almış ve servetini idare etmek için dehasının çok desteğini görmüş bir burjuvanın bakış açısıdır bu; başkalarıysa, daha katı bir ahlak anlayışı ya da daha iyi karara bağlanmış bir çıkar anlayışı adına, lükse karşı tavır alacaklardır. Aristokrat 18. yüzyıl ruhunun ne ölçüde gözden düştüğünü saptayabilmek için, bir sonraki yüzyılın başında, "sarayları çevreleyen sefalet atmosferini açıklama"ya girişen iktisatçı Jean-Baptiste Say'in şu satırlarını okuyalım: "Tüketimlerin en hızlısı burada olmaktadır; üretilir üretilmez tüketilen kişisel hizmetlerin alanıdır burası. Bu kelimeden kasıt askerlerin, hizmetkârların, yararlı ya da yararsız memurların, yargıçların, din adamlarının, aktörlerin, müzisyenlerin, cemiyet soytarılarının hizmetleridir (...). Maddi ürünler bile burada başka yerlerden fazla yok olmaya matuf görünürler. İnce zevk ürünü yiyecekler, harikulade kumaşlar, moda eserler birikip tepe tepe yığılırlar; ama hiçbir şey, ya da neredeyse hiçbir şey çıkmaz buradan."
Şayet gözümüzü Avrupa bağlamına çevirirsek, bizi en çok etkileyen şaşaa Doğu'da ve dini mahiyettedir. Almanya'da, Bohemya'da ve ta Rusya'da yayılmış olan barokun fethedici dili, ona asıl özelliğini veren esneklik dolayısıyla, mekânın ruhu ve zamanın ihtiyaçlarının dayattığı değişikliklere açıktır. Baroktan rokokoya geçiş, pekâlâ "ağzı kulaklarına varan bir barok" diye tanımlayabileceğim ara bir üslup üzerinden, sarsıntısız gerçekleşir. Bernini ve çıraklarının sergilemiş oldukları enerjinin tamamına artık sahip değilse bile, dramatik çevikliği vardır hâlâ; rokokonun dekoratif neşeliliğini de daha o zamandan haber vermektedir.
Karşı-Reform, tanrısal mevcudiyetin içsel barizliğine bel bağlayamayacağından, sistemli bir biçimde temsilin saygınlığına başvurur. Ruhları yeniden fethetmek ya da onları iman dairesi içinde tutmak için, plastik sanatların retoriği, kutsalın dünya düzenine baskın yaptığı sarsıcı sahneleri çoğaltır. Weltenburg'da, Asam Kardeşler her şeyin bizi Aziz Georg'un ejderha karşısındaki zaferini paylaşmaya teşvik ettiği bir mizansen hazırlarlar: En canalıcı sahnesinde dondurulmuş büyük bir dini operaya katılırız. Kullanılan renkler, yakalanan ve gümüş şövalyenin üstüne ustaca yönlendirilen ışık, (canavarı, kılıcı, Azize Margarita'nın bedenini, sütunların yukarı doğru atılımını canlandıran) bulaşıcı dalgalanma, genel hareketteki hafif eğiklik: Her şey çarpıcı bir yanılsama etkisi yaratmaya katkıda bulunur. Bütün bir mekân bir olay haline gelir, mekân bir heyecana dönüşür.
Renklerin bolluğu, blokların yanından yarısı çıkan canlı karyatidler, Metten Manastırı'nın kütüphanesine sihirli bir mağara görünümü verir. Kilise tarihinden sahnelerin mitolojik putti'lerle ve yalancı mermerden yapılma süsleme kordonlarıyla çevrili olduğu bu kemerlerin altında, dine giriş, harikuladeliğe giriştir. Ama hiçbir şeyin aşamayacağı bir neşeyi Vierzehnheiligen hac yerindeki kilisenin içinde bulacağızdır. Balthasar Neumann, harikulade incelikte bir kontrpuan niteliği taşıyan planıyla (çemberlerle oval şekillerin iç içe geçtiği), merkezi sunağın etrafında altın sarısı, pembe ve beyazın birbirine karıştığı bir miraç fıskiyesi geliştirir. Göz aldatan tavan, sonsuzluğun yolunu açar neşeye.