Sunuş, Tülin Öngen, s. 9-15.
Tarihsel bilgi ve bilinç olmadan, tarih yapılabilir mi? Tarihsel gerçekler, buna "hayır" demeyi gerektiriyor. Çünkü antik çağdan bu yana yaşanan bütün deneyimler göstermiştir ki, tarihsel bakış açısına, toplumsal gerçekliğin total bilgisine ve öz bilince sahip olmayan bir özne, sayısal olarak ne kadar üstün ya da davasında ne kadar haklı olursa olsun, tarihin seyrini belirleyemez. Ezilen sınıf ve halkların tarihinde bunun aksini kanıtlayacak bir tek örnek bulmak güçtür.
Bir kere şu kabul edilmelidir: Tarih, kendi yolunu kendisi bulmaz. Ya da ona birtakım aşkın (tarih ötesi-toplum dışı) özneler yol göstermez. İnsan etkinliğinin nihai bir sonucu olan tarihin seyrini yine insan özneler ve aralarındaki mücadeleler belirler.
Tarihsel ilerleme, pek çok koşul ve etmene bağlı bileşik ("tarihsel bileşke") bir süreçtir. Burada doğrusal, kesintisiz ve evrimsel değil, süreklilik kadar kopuşlar da içeren diyalektik bir hareket söz konudur. Tarihsel kesinti ise, ne kendiliğinden ne de salt yapının etkinliği sonucu meydana gelir. Çünkü insan denen varlık, tarihin bir nesnesi ya da yapısal hareketin edilgen bir taşıyıcısı/aracısı değildir; bir tarihsel evreden ötekine ya da eski toplumsal formasyondan yenisine geçiş de, nesnel koşullarla öznel iradenin buluştuğu anlarda (sınıf mücadelesinin özgül uğraklarında) gündeme gelir.
Kuşkusuz kopuşta yapının belirleyiciliği önde gelir. Çünkü yapısal koşullar elvermiyorsa, yani özneye hiçbir müdahale olanağı tanımıyorsa, özne, ne kadar istekli veya hazırlıklı olursa olsun, yapıda herhangi bir (köklü ve kalıcı) değişiklik meydana getiremez. Bu yüzden devrimci öznenin, yapısal süreçleri yakından izlemesi, örneğin ekonomik, siyasal, ideolojik çelişki ve çatışkılar ile bunların yoğunlaştığı momentleri iyi belirlemesi gerekir.
Öte yandan devrimci kopuş, tek başına yapının keyfine de bırakılamaz. Özne de, akıllıca planlanmış etkin eylemlerde bulunmak suretiyle yapısal çelişkileri derinleştirip, açığa çıkarabilir ve yapının istikrarsızlığını pekala artırabilir. Benzer durum elbette düzen güçleri açısından da geçerlidir. Onlar da, süreci iyi yönetirlerse, kopuşları geciktirebilir veya zorlaştırabilirler.
Kopuş konjonktür, pek çok parametresi olan karmaşık bir süreçtir. Örneğin hem sistemin tarihsel ve organik hareketlerinin rezonansı, hem yapı, özne ve pratiğin diyalektik birliği hem de bu ikisinin uygunluğu/eşzamanlılığı gerekir. Böylesine karmaşık bir durumu doğru hesaplayabilmesi için öznenin, her şeyden önce cebir bilgisine (tarihsel ve toplumsal gerçekliğin kuramsal bilgisi) ve matematik zekasına (içinde bulunulan ânın pratik bilgisi) sahip olması gerektiği ortadadır.
Ancak bu sayede eskinin devamıyla yeni olanları ya da bugüne ait olanlarla yarına aktarılacakları iyi ayırt edebilir. Yine geçiş süreci koşulları ile karşılaşacağı sorunları ya da durumları önceden kestirebilir. Özellikle eski dünya ile yeni dünyanın çatışmasından doğan dinamiklerin hangi durumlarda öznel iradeyi bloke edeceğini, hangi durumlardaysa özgürleştireceğini hesap edebilir.
Bugüne kadarki devrim deneyimlerinden çıkan en önemli ders, tarihin sadece akıllı öznelere şans tanıdığıdır. Bunun dışındakileri ise adam yerine dahi koymadığı, onlara rol dağılımında layık gördüğü karakterlerden (yardımcı oyunculuk, figüranlık ya da seyircilik gibi) anlaşılabilir.
Akılsız (tarih yapamayan) özne, "tarihsiz" bir varlıktır. Bir geçmişi olmadığı gibi büyük olasılıkla bir geleceğe de sahip olmayacaktır. Ne insanlık kütüğünde kayıtlı bir adı, kimliği ne de miras bırakacağı bir gelenek, dünya görüşü ve değer referansı bulunacaktır. Yaşantısının hiçbir ânının gerçek faili olmayıp, özgür ve özerk düşünemediği gibi davranmayı da bilmeyecektir. Gerçek çıkarları ile ihtiyaçlarını ayırt edemediğinden, geleceğe dönük beklenti ve hayalleri bile kendisine ait olmayacaktır.
Yabancılaşmış varlık, başkalarının (egemenler) tarihini (yaşamı) yaşar ve hep onun bir "ötekisi" olarak var olur. Öyle ki egemenlerin kimlikleriyle özdeşleşir; onların doğruları ve amaçlarını kendi doğrusu ve amacı olarak kabul eder. Birbiriyle olan kavgaları ve iç hesaplaşmalarını bile kendi özgürlük ve selametiyle ilgili sanıp onlardan yana tavır alır. Asıl trajik olansa, bu durumun hiç farkına varamamasıdır.
Oysa insanların aynı olayları yaşıyor olmaları, ortak bir kaderi paylaştıklarını göstermez. Ya da ortak bir geçmişe sahip olmak, bütün sınıfları veya ulusu aynı tarihin çatısı altında buluşturmaz. Çünkü tarihsel gerçekler, asla nötr değillerdir. İnsanlar bilincinde olsun ya da olmasınlar, her sınıfın veya halkın kendine ait ayrı, özel bir tarihi vardır. Ne var ki tarihi yapanlar (kazananlar), olayları da kendilerine göre yazıp yorumladıklarından, bağımlı sınıfların (kaybedenlerin), bu gerçeği algılamaları olanaksızdır.
Bu, sadece günümüze özgü bir sorun değildir. Sınıflı toplumların ortaya çıkışından bu yana "üretim araçlarına sahip olan sınıfların, aynı zamanda entelektüel üretim araçları ve süreçlerini de kontrolleri altında tuttukları" (Marx) tarihsel bir bulgudur. Zaman içinde değişen tek şey, tarihsel ve toplumsal gerçekleri çarpıtma yollarının daha sofistike ve rafine hale gelmiş bulunmasıdır. Nitekim ekonomik ve siyasal iktidarın aynı sınıfın elinde toplandığı kapitalizm öncesi toplumlarda hâkim sınıflar, bilimsel, felsefi ve sanatsal üretimi de (doğrudan) kontrol edip, yönetmekteydiler.
Buna karşılık ekonomik ve siyasal gücün birbirinden (göreli olarak) ayrıştığı kapitalizmde bilimsel ve entelektüel üretim de kısmen özerkleşmiştir. Ancak bu sadece bir görüntüden ibarettir; çünkü kapitalizmde de gerek teknik gerekse sosyal bilgi, yine egemen sınıfın (burjuvazin) çıkarları ve düzenin gerekleriyle uyumlu olarak üretilmekte, dolaşıma girmekte ve değerlendirilmektedir. Bir farkla: Söz konusu kontrol/yönetim, sermaye tarafından doğrudan istihdam edilen elemanlar eliyle değil de, daha dolaylı yollardan gerçekleşir.
Örneğin tarih, artık saray vakanüvisleri yerine burjuvazinin "organik aydını" konumundaki tarih bilimcileri ve bürokratlar tarafından kayıt altına alınıyor. Tarihsel olaylar da, yine bu sınıfın dünya görüşü ve çıkarlarını özümsemiş toplum bilimcileri tarafından değerlendiriliyor.
Bugün kabul gören tarih, nerede olursa olsun "burjuvazinin resmi tarihi"nden başkası değildir. Tarihsel anlatının tamamında ya da bir kısmında (kimi tezlerde) zaman zaman revizyonlara gidilmesi, hatta bu konuda birtakım siyasi kapışmaların, toplumsal kamplaşmaların yaşanması doğaldır. Çünkü sınıflar gibi sınıf koalisyonları da homojen ve sabit olmayıp, sürekli değişip, yenilenirler.
Blok içi hegemonya mücadeleleri ile buna bağlı yer değiştirmeler, yalnızca ekonomik, siyasal, vb. politikalara değil, aynı zamanda tarihe bakışa ve söyleme de yansır. Çünkü çatışan fraksiyonlar, gerek mücadele sürerken gerekse sonlanıp, iç hiyerarşi yeniden belirlendikten sonra kendi pozisyonlarını güçlendirmek ve meşrulaştırmak üzere yığınsal desteğe de ihtiyaç duyarlar. Taraftar avlama/tavlama yöntemlerinden bir tanesi de, geçmişi konu alan demagojilerdir. Nitekim geçmişle ilgili ortak korku, kaygı ve acı ile sevinç ve övünçleri kullanmak suretiyle yığınları kendi amaçları doğrultusunda yönlendirirler. Akıldan çok duygu ve kör inançla hareket eden bilinçsiz ve fanatik kesimleri bu zaaflarını kullanarak harekete geçirmek hiç de zor bir iş değildir.
Bugün Türkiye'de yine benzer bir durum yaşanmaktadır. Hegemonik blok içinde üstünlüğü ele geçiren fraksiyon, kendi çıkar ve amaçlarını hâkim kılabilmek için siyasal temsilcileri ve sözcüleri aracılığıyla tarihi gerçekleri karartmaya ve çarpıtmaya çalışıyor. Göz boyamak/göz korkutmak için de "geçmişle hesaplaşma", "tarihle yüzleşme" bahanesinin arkasına sığınıyor.
Bu oyunu bozacak sesler büyük ölçüde susturulduğu, kalanlarsa yılgınlıkla fırsatçılık arasında bocaladığı için herhangi bir toplumsal tepki ya da bilimsel-etik frenle karşılaşmayan bu operasyona yeni bir entelektüel blok öncülük ediyor. Sol liberalinden liberal ve muhafazakârına kadar değişik çevrelerden devşirilen yazar, akademisyen, gazeteci ve sanatçılardan oluşan bu organik aydınlar kastı, "ezber bozma" adına yalan yanlış tezlerle, gerçekliği açıklamaktan çok çarpıtmaya yarayan çözümlemelerle dolu eski senaryoları ısıtıp piyasaya sürmekte ve yığınların kafasını adamakıllı karıştırmaktalar.
Senaryo kabaca şöyle özetlenebilir: İki yüz yıllık geçmişi olan bir ceberrut devlet ve onun hiç değişmeyen elitleri vardır. Bunlar kendilerini devletin sahibi, rejimin bekçisi ve ulusun hamisi olarak görürler. Sınıflarla ya da öteki toplumsal güçlerle hiçbir bağları veya ilişkileri olmadığı gibi bütün çelişki ve çıkarlardan da bağışıktırlar.
Tarih üstü ve toplum ötesi bir konumda mevzilenen söz konusu elitler, tarih yapmakla yükümlü öznelerdir. Dolayısıyla siyasete yön verme, ulusun kaderini belirleme yetkisi de tamamen onların tekelindedir. Bul misyonları nedeniyle çok özel çıkarlara ve ayrıcalıklara sahip olup, bunları korumak ve üstün kılmak uğruna yapamayacakları kötülük, işleyemeyecekleri suç yoktur.
Nitekim bugüne kadar başımıza gelen bütün felaketlerin tek sorumlusu onlardır. Doğru düzgün bir burjuva devrimi gerçekleştiremeyen, jakoben bir modernleşme ve laiklik projesiyle demokrasiyi katleden, otarşik ve merkeziyetçi politikalarla refahı engelleyen, vesayetçi tutumlarıyla toplumu ve siyaseti baskı altında tutan, tekçi devlet ve türdeş toplum saplantısıyla diskriminasyon ve asimilasyonu resmi devlet politikası haline getiren, kısaca toplumu sömüren, ezen, halka sürekli zulmeden, hep bu zümre ile örgütlendikleri bürokratik kurumlar ve aygıtlardır.
Öyle ki erklerini korumak için belli aralıklarla darbe yapar ya da siyasete müdahale ederler. Normalleşmeye izin vermez, hep uç şebekeleri örgütleyip, komplolar düzenler ve insanları birbirine karşı kışkırtıp kamplaşmalarına neden olurlar.
Yukarıda ana hatları çizilen senaryo, tarihsel ve bilimsel gerçeklere aykırılığı bir yana pek çok tutarsızlık/mantıksızlık da içermektedir. Örneğin hikayenin başlangıcı ile günümüz arasında geçen yüz yıldan fazla sürede sözü edilen kurumlar ve aktörler öyle bir mutlak donmuşluk hali içinde resmedilmektedir ki! Oysa bu koskoca zaman diliminde bir üretim tarzından ötekine geçilmiş, yeni bir altyapı ile onun üstyapısı oluşmuş, bambaşka üretim ilişkileri gelişmiş, sınıf iktidarı tamamen el değiştirmiştir. Dahası değişim devam etmiş; sınıf yapıları ve bileşimleriyle birlikte sınıf koalisyonları ve iktidar blokları sürekli şekillenmiş, hükümetler, politikalar, kurumlar, kadrolar, hatta devlet biçimi ve siyasal rejimler bile birkaç kez değişmiştir. Bütün bunlar olup biterken, sadece bir tek şey aynıdır: Malum zümre ile ona bağlı bazı kurumların konum, rol, güç ve çıkarları hep sabit kalmıştır (!)
Tuhaflıklar bununla da sınırlı değildir. Örneğin sınıflar ve sınıf mücadelesi, kapitalist devlet ile kurumları, burjuvazi ile onun devletle olan ilişkileri, senaryonun hiçbir yerinde, hiçbir biçimde karşımıza çıkmazlar. Çünkü bütün bu olguların senaristlerin dilinde herhangi bir kavramsal karşılıkları yoktur. Devletin yerini bürokrasi, sınıf iktidarının yerini hâkim zümre, sınıfların yerini elitler ile halk, sınıf mücadelesinin yerini merkez-çevre çatışması, toplumun yerini ise sivil toplum almıştır. Roller/konumlar bir kez böylesine tersyüz edilince, burjuvaziyi herhangi bir fiilden ötürü sorumlu tutmak de facto olanaksızlaşmaktadır. Burjuvazi görünmez olunca, bu kez, olan bitenlerin sorumluluğunu üstlenecek birilerini bulmak gerekmektedir. Sicili temiz olmayanlar arasından birkaç zanlı seçip, fatura onlara kesildikten sonra, geriye bir sorun kalmamaktadır.
İster kasıtlı isterse olmasın, böyle bir mizansenle, burjuvazi bütün sorumluluk, suç, günah ve zaaflarından arındırılıp aklanmaktadır. Burada kasıt olmasa dahi büyük bir cehalet söz konudur. Bu senaryoyu üreten ya da benimseyip savunanların hiçbirinde devletin ne olduğu, nasıl işlediği ve ne işe yaradığıyla ilgili en ufak bir bilgi kırıntısı ya da sezgisel düşünce bulunmamaktadır.
Senaryonun kuramsal sakatlıklarını ve olgusal tutarsızlıklarını bu yazının sınırları içinde tek tek irdelemem olanaklı değil. Kaldı ki gerek de yok, çünkü elinizdeki kitap, bu işi başarıyla görüyor. Senaryonun kuramsal geçerliliğini sorgulamakla yetinmiyor, argümanlarını da sırasıyla ampirik dünyanın verileriyle tek tek çürütüyor. Bu yüzden ben burada sadece kitapta tartışılan konularla ilgili birkaç kritik değerlendirme yapmakla yetineceğim:
(a) Bütün kurum ve organlarıyla devlet, egemen sınıfın siyasal temsilcisi (sınıf devleti) olup, bu yapı içinde askeri ve siyasi olmak üzere iki ayrı iktidar/güç odağı yoktur; (b) sınıf iktidarının kurulması ve yeniden üretimi, siyasal hâkimiyet (zor) kadar ideolojik hegemonyaya (rıza) da ihtiyaç duyar; (c) devlet otoritesinin zayıfladığı ya da hegemonyanın (meşruiyetin) ortadan kalktığı durumlarda, siyasal krizler kaçınılmaz olup, bu sürece çoğu kez devlet krizleri de eşlik eder; (d) bu tür dar boğazlardan ise, ya askeri-siyasi zora dayanan yöntemlerle (otoriter ve totaliter yönetim biçimleri) ya da hegemonyanın (rıza teknolojileri) yeniden üretilmesiyle çıkılır; (e) özellikle sınıf hegemonyasının genetik olarak zayıf/kırılgan olduğu ülkelerde (azgelişmiş) kriz dönemlerinde genellikle olağanüstü devlet biçimleri (faşizm, askeri diktatörlük) gündeme gelir; örneğin "kriz dönemlerinde ordu, de facto burjuvazinin siyasal temsilcisi olarak hareket eder" (Poulantzas); (f) siyasal krizlerin en başta gelen nedenlerinden biri, hâkim sınıfların iç entegrasyonu sağlayamaması (iktidar bloğunun dikiş tutmaması), bir diğeri ise, bağımlı sınıfları yönetme/denetleme gücünü/yeteneğini yitirmesidir (tarihsel bloğun çözülmesi); (g) sıralanan bu olguların hepsi doğrudan ya da dolaylı olarak sınıf (sınıf içi ve sınıflar arası) mücadeleleriyle ilgili olup, onların bir uzantısıdırlar. Dolayısıyla sınıf mücadelesi süreçleri çözümlenmeden, bu olgulardan hiçbirini anlamak ve açıklamak olası değildir.
Bağımlı sınıflar, iktidarlar tarafından "tarihsizleştirme"ye bütün güçleriyle karşı durmak zorundadırlar. Bunun gerekçelerini, yazının başında uzun uzadıya anlattım. Bir kez daha vurgulamak gerekirse; bir öznenin kendi tarihine sahip çıkması, geleceğine de sahip çıkabilmesinin önkoşuludur. Bu yüzden bu konu, bir sınıf mücadelesi meselesidir.
İşçi sınıfı organik aydınlarının bilimsel ve entelektüel üretimleri, hiç kuşkusuz bu mücadelenin en önemli araçlarındandır; deyim yerindeyse cephaneliğini oluşturur. Gerçekliği çarpıtan ve gizlemeye çalışanlarla en etkili mücadele, onların maskesini düşürecek araştırmalar ve yayınlar yapmaktır. Bu tür çalışmalar, yığınları doğru bilgiyle buluşturmak suretiyle bilinçlenmelerine de yardımcı olurlar.
Yakın tarihimizin hâlâ aydınlanmamış birtakım sırlarla dolu sancılı dönemlerinden birini –'70'leri– ele alıp, inceleyen bu kitap, bu açıdan çok önemli bir işlev görüyor. Ülkeyi 12 Eylül 1980 darbesine sürükleyen koşulları, etmenleri, gerçek aktörleri ve oynadıkları rolleri bir bir gün ışığına çıkarıyor. Sunduğu bilgiler ve çözümlemelerle, yalnız puslu geçmişi aydınlatmakla kalmıyor, bize bugünü doğru anlamamızı ve önümüzü görmemizi sağlayacak bir sınıfsal bakış açısı da armağan ediyor.
12 Eylül rejimiyle hesaplaşmayı gerçekten isteyenlerin bu kitabı mutlaka okuması gerekiyor. Tarihle yüzleşmek, geçmişin hesabını sormak için neye/nereye bakmalı, hangi defterleri karıştırmalı ve kimlerin yakasına yapışmalıyı merak ediyor ve öğrenmek istiyorlarsa...