Birinci Bölüm, Sesin Mahremiyeti’nden, s. 41-45.
Her araştırmacının çalıştığı alanla ilgili anlatacak farklı bir hikâyesi vardır. Araştırmacının alanla kurduğu ilişkinin kendisi aslında bütün bir araştırma projesinin içeriğini belirler. Eminim birçok sosyal bilimcinin yaşadığı ya da yaşamasa bile duyduklarından aşina olduğu bir şey var ki, o da yapılması planlanan araştırmaya dair öncesinde hazırlanmış soruların çalışma sürecinde geçersiz hale gelebildiği. Kafamızdaki tonlarca soruyla işin ucundan tutmaya başlamak sıkıntılı bir süreçtir. Ve bu soruların çoğu da yine kafamızda oluşturduğumuz bir sürü varsayıma dayanır. Fakat ne yazık ki (ya da ne mutlu ki!) alana "girmek" ya da alanı deneyimlemek, kafamızdaki birincil soruları alaşağı etmekle kalmaz, aynı zamanda daha önce hiç düşünmediğimiz, aklımızın ucundan bile geçmeyen birçok sorunun ortasına savurabilir bizleri. Bu bazen kaosa, bazen de daha önce hiç çıkılmamış düşünsel yolculuklara kapı açabilir. Neticede söylemek istediğim, bir alan araştırması deneyimi, her zaman araştırmacının sadece alana "girmesi", ya da kendini bu alanın bir "parçası" haline getirebilmesiyle eşdeğer değildir; araştırmacının aynı zamanda alan tarafından özümsenmesi, emilmesiyle ve süreç içerisinde değişmesiyle de beraber gider.
Benzer bir şekilde, yaşamış olduğum "alan"(1) araştırması deneyimi benim de sorularımı, sorunlarımı ve bu sorunları çözme yolunda çizdiğim patikaları belirledi; benden sürekli değiştirmem gereken stratejiler ve çözümler üretmemi talep etti. Örneğin, şu an tüm süreci gözden geçirdiğimde, ne sınırları çizilebilen bir "sahadan", ne de –görece de olsa– antropologların anlattığı gibi bir "parçası" haline gelebildiğim bir topluluktan bahsedebiliyorum. Bu yüzden de "saha" araştırma deneyimim tıpkı araştırdığım "sahanın" kendisi gibi parçalı, dağınık ve düzensiz bir deneyimden ibaret. Araştırma sürecinde "saha" hiçbir zaman düzenli ve sürekli olarak ziyaret edebildiğim bir yer olamadı. Aksine kırılan, sekteye uğrayan, zaman zaman askıya almak zorunda kaldığım ve sürekli bulup kaybettiğim bir alandı. Kimbilir, konunun böyle elimden kaçışı, bu kitabın mesele ettiği soruları şekillendirmemde ve nesneleştirmekten uzak bir bakış açısı geliştirmemde bir şans da sayılabilir.
Seks işçisi kadınlara ulaşmaya çalışırken, onların bir şekilde bağlantılı olduğunu bildiğim birçok yere ziyarette bulundum. Bunlardan ilki, kayıtlı kadınların düzenli bir şekilde, kayıtdışı kadınlarınsa polis baskınları esnasında getirildiği hastaneydi. İlişkiye geçtiğim diğer yerler arasında fuhşun kontrolünden sorumlu kurumlar, Karaköy genelevinin bulunduğu sokak, kayıtdışı fuhşun yapıldığı evler, ucuz gece klüpleri ve barlar, cinsel yolla bulaşan hastalıkları önlemek adına çalışan STK'lar ve seks işçiliğiyle ilgili haber yayımlamış basın merkezleri bulunuyor. Ne yazık ki uzun bir süre, tüm bu çabalarım büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlandı. En başından beri böyle bir araştırmanın zor olacağını biliyordum. Hayat kadınlarının beni nasıl karşılayacağı kaygısı, kendilerinin yanında nasıl davranmam gerektiği gibi sorularla iç içe geçmişti. Çevremdeki birçok kadın gibi ben de daha önce hiçbir seks işçisi kadınla ne tanışmış ne de konuşmuştum. Haklarında bu araştırma ânına kadar edinebildiğim bilgiler, popüler medyanın dolayımıyla yıllardır maruz kaldığımız polis baskını haberlerinin ya da namustan dem vuran ahlaksızlık hikâyelerinin başrolde olduğu temsillerden öteye geçmiyordu. Hepimizin yakından bildiği Yeşilçam temsillerindeki "düşmüş" ya da yuva bozan fettan kadın imajını sarsan türden bir hayat kadını temsili bulmak çok zordu.
Hayat kadınlığıyla dolaylı yoldan diğer bir karşılaşma ise erkeklerin çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemi hikâyelerinde kendini gösteriyordu. Çoğumuzun bildiği gibi "milli olmak" argoda erkekler için ilk cinsel ilişki deneyimini anlatan bir ifadeyken aynı zamanda "erkeklik" ile imzalanan anlaşmanın en önemli maddelerinden biri. Türkiye'de toplumsal hayatta etkili olan namus kodlarını ve bu kodların kadınların cinselliği üzerinde kurmuş olduğu denetim ve baskı mekanizmalarını düşündüğümüzde, birçok erkek, hayat kadınlarını kendilerinin "milli olması"na yardımcı olan başat aktörler olarak görüyor. Hatta bazı çevrelerde geneleve henüz yolu düşmemiş gençler dalga konusu haline getirilip henüz yeterince "erkek" olamadıkları için aşağılayıcı şakalara maruz kalabiliyorlar. Hayat kadınları bu gençlerin evliliğe adım atmadan önce cinsel "eğitimlerini" tamamlamaları için tırmanmaları gereken bir basamak olarak görülüyorlar. Yıllar süren düzenli eğitimden sonra kazanılan bu bilgiler, toplumun "gerdek gecesi" diye adlandırdığı eşler arasındaki ilk cinsel ilişki gecesinde kendini gösteriyor. Çoğu erkek için bu gece, bakire kızların cinsel deneyimsizliği karşısında kendilerini gösterdikleri bir meydan muharebesine dönüşebiliyor.
Seks işçisi kadınların hayatlarına dair genel geçer olarak bildiğimiz başka bir hikâye ise aile kurumunun, erkeklerin karılarına (ve dolayısıyla çocuklarının annelerine) atfettiği kutsallık ekonomisine "yakışmayan" fantazilerin gerçekleşebildiği bir alan sağlayabiliyor olmasıdır. Birçok erkek karısından talep edemediği "ahlak aşırı" fantazilerini gerçekleştirebilmek için seks işçilerine koşuyor. Bu fantazileri kendi eşlerinden talep etmek karılarını "orospu"ya yaklaştıracağı ve karılarının, ya da çocuklarının annelerinin kutsallığını zedeleyeceği için seks işçileri böyle cinsel bir arka bahçenin en yakın tanıkları haline gelebiliyorlar. Kısacası, tüm bu örneklerle anlatmaya çalıştığım şey hayat kadınlarıyla ilgili kamusallaşmış bilgi ve temsillerin çoğunun, erkeklerin hikâyelerinin ve erkek egemen anlatıların ötesine pek geçemiyor oluşu.
Erkeklerin bu kadar kolay volta attığı ve erişim konusunda sorun yaşamadıkları bir alanda kadın olarak araştırma yapmak zaten karşılaştığım ilk zorluğun tohumlarını attı. Eğitimli, orta sınıf genç bir kadın olmanın bana dayattığı toplumsal cinsiyet, sınıf ve statü temelli kodlar, kurmaya çalıştığım ilişkilerin seyrini önemli derecede etkiledi. Mesela "düzgün" bir kadın olduğum varsayımları geneleve ziyaretimi mümkün kılmazken, bazı bar ve gece klüplerine de girişimi engelledi. Daha da ötesinde, bazı yerlere girebilmiş olsam dahi bu sefer de kadınları susturan veya kadınların susmayı seçtikleri durumlarla karşılaştım. Sonuç olarak, daha önce de belirttiğim gibi tüm bu sessizlikler, araştırma sürecini ciddi biçimde şekillendiren ve bundan sonraki bölümlerde cevabını vermeye çalıştığım soruların ve seks işçilerinin içinde bulundukları yaşama bakışımın ana hatlarını çizen yol göstericiler oldular.
Araştırmanın ilk zamanlarında, karşılaştığım suskunlukları bir sorun olarak ele aldım ve bu sorunu aşmaya çalıştım. Araştırma ilerledikçe farkına vardığım şey bu sessizliklerin aslında peşine düştüğüm soruların cevaplarının asıl kurucu unsurlarından biri olduğuydu. Gal'in dediği gibi, "sessizlik, dille ilgili herhangi bir biçim gibi, belirli kurumsal ve kültürel bağlamlar içersinde farklı anlamlar kazanır ve farklı somut etkiler yaratır."(2) Bu yüzden de karşılaştığım her sessizlik biçiminin ve araştırma sürecinde beni sessizleştirmeye çalışan her türlü çabanın çeşitli bağlamlar içersinde çok farklı anlamları var. Bundan sonraki kısımda bu bağlamlara değinerek sessizliğe yüklenen çeşitli anlamları sorgulayacağım.
...
Notlar
Bu bölümde yürüttüğüm tartışmaların bir kısmı daha önce makale olarak yayımlandı. Bkz. Aslı Zengin, "Suskunluğun Siyaseti: Hayat Kadınlarına ve Fuhşa Dair Sessizliğin Feminist bir Analizi", Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar (e-dergi), 2008: 6. (www.feministyaklasimlar.org)
(1) "Alan" terimini tırnak içersinde kullanmamın nedeni, bu terimden bir tür rahatsızlık duymam. Antropologların çok severek kullandığı "alan" veya "saha" tanımlamaları dikkatli kullanılmadığı takdirde, araştırmacı ile araştırma konusu olan öznelerin dünyaları arasına görünmez sınırlar örerek, bu dünyalar içersinde çeşitli iktidar ilişkilerinin üretmiş olduğu ortaklıkları silikleştirebiliyor. Alanı, içine "girilen" ve içinden "çıkılan" bir yermiş gibi gösteren anlatım biçimleri, gündelik hayatımızda haklarında araştırma yapılan farklı bir sürü özneye, kimliğe ve toplumsal gruba aslında çeşitli biçimlerde nasıl temas ettiğimizin ve zaman zaman bizim de hakkında araştırma yapılan özne konumuna girdiğimizin veya girebileceğimizin üzerini örten akademik bir söylem biçimi. Bu nedenle, çok sahiplenmediğim halde bu terimleri, maalesef halihazırda kullanılagelen sosyal bilim jargonu içersinde daha uygun bir terim bulunmadığı için, dile getirdiğim bu kaygılarla beraber kullandığımın altını çizmek istiyorum. Yukarı
(2) Susan Gal, "Between Speech and Silence: The Problematics of Research on Language and Gender", Gender at the Crossroads of Knowledge: Feminist Anthropology in the Postmodern Era içinde, Micaela di Leonardo (haz.), Berkeley: University of California Press, 1991, s. 176. Yukarı