Giriş: Rüya Zamanı ve Film Sanatı, s. 11-14.
Rudolf Arnheim Görsel Düşünme adlı kitabında, film ve rüya arasındaki temel bir bağlantıyla temsil edilen ve Freud'un rüya-çalışması kapsamında düşünüldüğünde hemen anlamlı hale gelen bir meseleye dikkat çeker:
... Freud, akıl yürütmenin önemli mantıksal bağlantılarının imajlarla nasıl temsil edilebildiği sorusunu ortaya atar. Benzer bir problemin görsel sanatlarda da mevcut olduğunu söyler. Rüya imajları ve sanatta yaratılan imajlarla düşünce aracı olarak hizmet eden zihinsel imajlar arasında gerçekten de paralellikler vardır; ama benzerliğe dikkat ederek, farklılıkların da ayrımına varırız ve bu farklılıklar, düşünce imajlarını daha kesin biçimde nitelemeye yardım eder.(1)
Rüya kuramını film çalışmaları bağlamında ele almak, bu kuramın başlangıçta geliştiği özgün, klinik bağlamdan çıkarak öncelikle estetik kaygıların şekillendirdiği bir ortama geçmeyi gerektirir. Freud'a göre rüya araştırması, nevrozun, zihinsel hastalıkların ve "normal" zihinsel hayattan sapma gösteren diğer fenomenlerin gelişimiyle ilgili temel olguların teşhis edilmesini sağlayacak teknik bir araç olarak kullanılacaktı. Freud Psikanalize Giriş Dersleri adlı kitabında, rüya incelemelerinin açıkça nevroza bir giriş olduğunu ileri sürer. Ne var ki estetik değerlendirmeler, asla psikanalizin merkezinde yer almadığı gibi, Freud'un burada konuyu ele alışının da merkezinde değildir. Freud durumun farkındaydı ama bunu daha ziyade psikanaliz fikriyle bağlantılı genel bir eğilim olarak görüyordu, metodolojik bir problem olarak değil: "Psikanalist, estetiğin güzellik öğretisiyle sınırlı olmadığı, duygusal nitelikler öğretisi olarak tanımlandığı anlarda bile estetik değerlendirmelere girişmeye pek hevesli değildir."(2)
Film çalışmalarında da açıkça ortaya koyulduğu üzere, rüyaların (estetik açıdan) cezbedici olması, rüyaların dilsel veya yapısal unsurlarının izlerini gerçeklikte var olan unsurlarda bulabilmemizle alakalı değildir sadece. Bilakis filmlerde rüya dili, yalnızca "başka bir dil" olarak ilgi çekicidir; bunu bir kimsenin, başka bir kültürün diline özel bir ilgi duymadan da o dilin cazibesine kapılmasına benzetebiliriz. Robert Curry şöyle der: "... [rüyalar] uyanık hayatımızda pek ulaşamadığımız bir canlılık, özgünlük ve vâkıflık örneği sergiler. Rüyalarımızı uyanık hayatımızdaki fantazilerimizle karşılaştıracak olsak, fantazilerimizin klişeleşmiş içeriklerini ve arzularımızda ve korkularımızda barınan bayağı kökenlerini hemen açığa vurduğunu görürüz."(3)
Film çalışmalarında rüya kuramına başvurduğumuzda, rüyaları estetik ifadeler olarak ele alırız ve bu özel ifadelerin ne şekillerde geliştirildiğine odaklanırız. Bu kitapta rüyaları, içeriklerinden ötürü değil ama varlıklarını belli bir "rüya zamanı"nda sürdürmelerinden ötürü ilginç olan, "kendilerine yeten" fenomenler olarak ele alacağım.
Çalışmaları kitabın muhtelif bölümlerinde defalarca irdelenecek olan Andrey Tarkovski, estetik rüya fenomenlerini işleyerek tutarlı bir gerçekçilik-karşıtlığı geliştirir. Tarkovski'ye göre sinemasal hakikat, yeni bir sinemasal zaman kavramında aranmalıdır. Rüyalar soyutluk ve somutluk arasındaki bir alanda var olur; rüyamsı ifadeler ne "gerçek"i temsil eder ne de "gerçekdışı"nı simgeler; simgeleme, temsil etme ve yadırgatıcı ifadeler arasındaki" bir "ihtimaldışılık" alanında bulunurlar. Tarkovski'nin sinematik metaforculuğu ve simgeciliği alt etme şekli, Walter Benjamin'in empatiye (Einfühlung) dair, 9. Bölüm'de açıklayacağım düşüncelerini andırır. Benjamin empatiye ihtiyaç duyduğumuzdan emindir – ama bu öyle bir empati olmalıdır ki tam da "birden parlayıp sönüveren" imajları yakalayabilmelidir. Dünya, gözümüzün önünde rüyamsı imajlar biçiminde belirdiği anda, daha merak edecek zaman bile bulamadan gafil avlar bizi.
Tarkovski, imajın tüm ifade imkânlarından vazgeçilmesini ve ifade işini sadece "hayatın kendisinin" yapmasını ister. 3. Bölüm'de, Aleksandr Sokurov'un filmlerinin had safhada estetikleştirilmiş imajlarının da salt "estetik" bir statüden çok daha fazlasını barındırdığını ileri sürüyorum. Sokurov bir rüya estetiği geliştirerek modern imaj ideolojisine karşı yıkıcı bir saldırı başlatmıştır.
Caspar David Friedrich ve Tarkovski'yi ele aldığım 2. Bölüm'de, filmlerde rüyaların bir uzam meselesi olduğunu söylüyorum. Rüya görenin uzam algısı, gerek nesnel gerek öznel dünyayı "pek insanca" görme biçimini aşar; uzam Heideggerci bir şey gibi algılanır. Uzam burada rüyamsı bir algı aracılığıyla estetik hale gelir.
Bütün bunlar, karşılaştırmalı bir Plotinos ve Tarkovski incelemesi yaptığım 8. Bölüm'de söylenenlerle de bağdaşıyor. Plotinos'ta da, Tarkovski'de de bulanık imajlar ve anlaşılmaz fikirler üreten bir gizemcilik düzlemine ulaşmak için akıl alaşağı edilmiyor. Bilakis, bizatihi akıl bilgeliğin kökeni haline geliyor.
Ingmar Bergman'a ayırdığım 4. Bölüm'de ve nispeten teknik sayılabilecek 10. Bölüm'de, 1980'lerde yaygın olan "zihin ekranı etkisi" tartışmasını ele alarak film rüyalarının psikanalitik boyutunu irdeliyorum. Her ekranın arkasında "rüya gören bir zihin" mevcuttur ve bu zihin –kelimenin alışılagelmiş anlamıyla– bir anlatı sunmayan bir estetik yapı icat ediyordur. Örneğin Bergman'ın Persona'sında, filmin özbilinci filmin kendi içinden kaynaklanıyor gibidir. Aynı şekilde rüyalar da uyanık hayatın gerçekliğini bir rüya gerçekliği şeklinde üsluplaştırmaya yönelik bir süreç sonucunda ortaya çıkmaz; aslında rüyayı "yapan" şey, gerçeklik ile gerçeklik-olmayanın birbirinden ayrılmaz görünmesidir.
6. Bölüm'de bu konuları Avusturyalı yazar Arthur Schnitzler ile bağlantılı olarak inceleyeceğim ve Stanley Kubrick'in Schnitzler'in Rüya Roman'ından yaptığı uyarlamanın film rüyası üretiminin birçok önemli parametresini kullandığını göstereceğim. Schnitzler rüya ile gerçekliğin birbirinden asla kesin olarak ayrılamayacağını göstermek için karmaşık stratejilere başvurur. Schnitzler'in yapıtlarının çoğu için geçerli olan yapısal model, yani yadırgatma, alışılmış olanın tekinsiz olana dönüşümü ve kesinliğin yerini ihtimalin almasıdır; tüm bunlar Kubrick'in büyük ölçüde ilgisiz kaldığı modellerdir.
7. Bölüm'de, Wong Kar-wai'nin benzer türde bir rüya alanı üretmesi üzerinde duracağım. Wong'un filmleri parodileştirilmiş bir kapitalizm panoraması sunar; gerçeklik burada, ham bir öznelcilikle sarmalanarak etkisi hafifletilmiş bir rüya alanına hapsolmuştur. Wong'un filmlerinde gördüğümüz rüyamsı varoluş tarzı, tüketimin önde olduğu kapitalist bir rüya âlemine bağlanmıştır.
Kitaptaki tüm bölümler, filmlerin rüyalarla bünyevi bir benzerliği olduğunu vurguluyor. Rüyalar farklı şekillerde kullanabildikleri bir "rüya zamanı"na sahiptirler ve bu kullanım tarzlarının bazıları psikanalizin alışıldık ilgi alanının ötesinde kalır açıkça.
Notlar
(1) Rudolf Arnheim, Görsel Düşünme, çev. Rahmi Öğdül, İstanbul: Metis, 2007, s. 269. Yukarı
(2) Sigmund Freud, Gesammelte Werke, Londra: Imago, XII. cilt, 1945, s. 292. Yukarı
(3) Robert Curry, "Films and Dreams", Journal for Aesthetics and Art Criticism, 333:1, 1974, s. 85. Yukarı