Semih Gümüş, “Karşılıksız bir dünya”, Radikal Kitap Eki, 11 Aralık 2010
Edebiyat ne işe yarar? Son yıllarda katıldığım her söyleşiye bu soruyla başlıyorum. Karşımdaki okurların kuşkuları olabileceğini baştan varsayıyorum demek ki. Kitabın da artık yazınsal değerinden önce kullanım değerine bakıldığı, öncelikle işlevsel bir meta olarak alınıp satıldığı günümüzde, yerinde bir soru değil mi bu? Artık piyasanın isterlerine ve oraya buraya diktiği oklara göre yolunu bulan okur da, içinde savrulduğu bu piyasanın aktörlerinden biri oldu. Somut, elle tutulur bir karşılığı olmayan, kaldı ki kendisi somut ve elle tutulur olmayan edebiyatın karşılıksız bir dünya kurduğunu, ama zaman içinde yeri başka hiçbir şeyle doldurulamayacak derinlikte iz bıraktığını nasıl anlatmalı? Rita Felski, “Fakat kitaplar birer özne olmasa da,” diyor, “öylesine birer nesneden, sayısız başka şey arasına sıkışmış gelişigüzel şeylerden de ibaret değildir.”
Oysa edebiyat, okurken kendimizi içinde bulduğumuz, ayrıca daha baştan kendimizi etkilerine açık tuttuğumuz bir dünya değil miydi? Rita Felski’nin Edebiyat Ne İşe Yarar? kitabı, edebiyat metinleriyle aramızdaki ilişkiyi böyle bir bağlamda, sıradan bir soruya dibine varılması zor bir derinlik kazandırarak tartışıyor.
Edebiyat nedir?
Edebiyat metinlerinin hayatımızda tuttukları yeri konu etmeyen yazar azdır. Değil mi ki bu yazdıklarımızı yayımlıyoruz, her yazara göre değişse de, yazınsal metnin doğasını aşan amaçlarımız da var demektir. Yoksa, kendimize saklayıp okunmasını istemediğimiz metinleri yayımlamayız. Neden sonra yaşanan Bartleby sendromları da yazarın baştan attığı adımların izini silmeye yetmez. Dolayısıyla okuru hiç iplemeyen yazarın da okunma isteği hemen ortaya çıkar.
Yazarın içgörüsü kutsaldır elbette, üstelik uzun yıllar boyunca verilmiş yoğun emekle oluşmuştur o içgörü ve o olmaksızın yaratıcılığın içinden geçmek olanaksızdır. Dolayısıyla yazınsal metni kendi özgün yorumlarıyla alımlayan okurun da içgörüsünden söz etmeliyiz. Popüler roman yazarında ve okurunda kendini göstermeyen, gazete yazarının aklından geçmeyen içgörü, gerçekliğin doğasından gelen kabuklarını soyup cevherini ortaya çıkaran bir düzen kurmaya başlar.
Nedir bu anlattıklarımın anlamı? Edebiyatın kalıcı izler bırakması. Demek okurun zihinsel süreçlerinde, zaman içinde de o izlerin birbirine bağlanarak oluşturduğu toplumsal kültürün düzeyinin adım adım yükselmesi. Edebiyat başka ne işe yarar... İnsanı günlük hayatı içinde farklılaştıran bir etmen de olur mu? Farklı düşünüp farklı konuşuyorsanız, bakış açınız sizi ayırt ediyorsa, okuduğunuzu herkesten başka biçimde anlamakla kalmayıp gerçeği göründüğünden başka bir görme biçimiyle içselleştiriyorsanız, edebiyata borçlu kalabilirsiniz.
Çocuklukta, iyi huylu öğretmenler kitabın en iyi arkadaş olduğunu öğretir. Çok naif midir bu? Sözün derin yapısına eğildiğimizde, kitapların yalnızlıkları paylaştığını, hiç kuşku yok ki gerçekmiş gibi okuduğumuz hikâyeleriyle ve kişileriyle özdeşleştiğimizi, kitaplarda kendi suretimizi gördüğümüzü pekâlâ söyleyebiliriz.
Ne ki, Rita Felski de belirtiyor, başta Kafka’nınkiler olmak üzere, modernist metinler okurla metin arasındaki yakınlık ilişkisini sarsar, alışılagelmiş yorumbilgisini sorgular, “çoğumuzun yakından tanıdığı bir bocalama, hüsran ve endişe hissi uyandırır”. Brechtgil bir sendrom. Gregor Samsa ile okurun özdeşliğinden artık söz edilemez, ama insanın düş-tasarımı içindeki durumu, okuru bu kez eskiden olduğundan daha çok düşündürür. Okur, yazarın anlattıklarıyla yetinmemeye, yazarın verdiği anlamların ötesine geçip kendi verdiği anlamlarla okumaya, metni kendi zihninde zenginleştirmeye başlamıştır. Okumanın yığınsallaşması bundan sonra olur. Artık edilgin bir öğrenci değil, etkin bir katılımcıdır okur ve böylece onun bir kitaptan öbürüne atlamak için gerçek nedenleri vardır.
Edebiyat metinlerinin bu alımlama sürecinden geçirilmesi, insanı o güne dek tanımadığı deneyimler ve soyutlamalarla çoğalan bir yaratıcı dünyayla karşı karşıya bırakır. Bireyliğin kazanılması sözü bir başına anlamlı sayılmaz, bireylikten ne anladığımız da önemli. Kendiliğinden bireylikten söz edemeyiz; insanın herhangi bir sektörde yaptığı işin de en iyisini yaparak, bu arada kişisel hayatında kendini geliştirmeye çalışarak kazandığı bireylik önemlidir elbette, ama bir de edebiyatın yaratıcı dünyasında tamamlanan bireylik var. Okurun, mühendislik bilgisiyle kendini tamamlamasıyla yaratıcı yazının soyutlamaları ve yorum alanları içinde tamamlaması arasında, niteliksel bir ayrım elbette olacaktır.
Rita Felski’nin tanıma adını verdiği bu süreç, edebiyatın varlık nedenlerinden biri olarak da alınabilir. Önce okurun edebiyat metinleriyle arasında kurduğu özdeşlikler var, ama bu arada, “Her tür tanıma ânı metinler ile okurların inişli çıkışlı inanç, umut ve korkularının etkileşiminden doğar; dolayısıyla edebiyat eserlerinin sağladığı içgörüler de zaman ve mekâna göre büyük farklılık gösterir.” Bu farklılık olumsuz bir sorun olmayıp, tam tersine, edebiyatın o farklılıklar ve kuşaklar boyunca okunmayı sürdürmesinin, kalıcılaşmasının da nesnel zeminini oluşturur. Lacan’ın, okuduğu edebiyat metninde kendini gören okurdan söz ettiğini aktarır Rita Felski: metin, aynamızdır. O aynalar bazen bizi açığa düşürür, bilmediklerimizi yüzümüze vurur, yalanlarımızı ortaya çıkarır, görme biçimimizi sınar, bazen de onlarda tam kendimizi görmenin hoşnutluğunu yaşatır. Okuma sürecinin aydınlık kaynağı da metinle aramızdaki bu sarsılmaz ilişki değil midir?
Yazılanların anlaşılamaması
Eve Sedgwick’in söylediği, bizi tam, bir estetik nesne olarak yazınsal metnin akıl almaz gücüne götürür. Orası büyülü alan – okur ile metin arasındaki etki-tepki ilişkisi ve asıl kavga orada yaşanır. Kimilerinin yakın okuma, benim de derin okuma dediğimiz yerde, yazınsal uzam yazarın ölçüp biçtiği dünya olmakla kalamaz, gitgide genişler. Eleştiri yazarı ya da edebiyat düşünürü, metnin büyüsünü çoktan unutmuş olmalıdır. Yazınsal metni, Ne, Nasıl, sorularını sorarak okumayı içgüdüsel bir davranış olarak benimsemişse, büyü çoktan bozulmuştur, ama onun yazdıklarının büyüsü olmadığı da öne sürülemez. Eleştiri ya da deneme yazarının kendi yazdıklarının büyüsüne kapıldığından söz edilmiyorsa, o düzeyde okumanın ancak bir köşeye sıkışmış olmasından, yazılanların anlaşılamamasındandır.
Eleştiri, büyülenmeyi “antitezi ve düşmanı” görür, doğası gereği. Metnin büyüsü, ruhu ve duygusu bazen yazarı, bazen okuru ilgilendirebilir, ama eleştiri şöyle davranır: “Büyülenme bir bakıma kara büyüdür, eleştiriye düşen de irrasyonel gibi görünen fenomenlere rasyonel açıklamalar getirmek yoluyla bunların tılsımını bozmaktır.” Yazınsal metnin taşıdığı büyü, eleştirel okuma içinde kendiliğinden çözülmeye başlar. Metnin öğelerini soyutlayarak birbirinden ayırmaya başlayınca, metinden adım adım uzaklaşmaya, onun karşısında bir başka metni, eleştiri metnini kurmaya başlarsınız.
Demek harflerin, sözcüklerin, tümcelerin bir araya gelişi, inanılması zor bir etkiye yol açabiliyor. Nasıl oluyor da yazı, insanları etkileyen bir dünya kuruyor? Rita Felski de, “Bir sayfa üzerindeki eğri büğrü siyah çizgiler nasıl olup da insanların, şeylerin, eylemlerin ve yerlerin böyle canlı birer hayalini canlandırabilmekte; okurlar bu gölge ve hayallere tepki verirken nasıl böyle güçlü bir algı ve duygu deneyimi yaşayabilmektedir?” diye soruyor. “Edebiyat yokluğu varlığa dönüştürme, birtakım hayaletimsi figürleri yoktan var etme, sanrısal bir yoğunluk ve canlılıktaki imgeleri hayalde canlandırma ve okuru içine çeken kocaman dünyalar yaratma gücü bakımından büyücülüğe yakın görünür.”
Belki yalnızca şiir, okuduğu metinden karşılıklı bir beklentisi artık olmayan, metin ötesine geçmiş okurun alanında, işe yaramaktan bambaşka bir anlam katına çıkmıştır. Şiir için söyleneceklerle roman için söyleneceklerin kesişmesi gitgide zorlaştı artık. Büyüsü en zor şiirin bozuluyor.