Sonuç, s. 163-167.
Okur tepkisinin düğümlerini çözerek tek tek tutamlara ayırmak ve bunları daha yakından görmek için birer birer mikroskop altına tutmak, kuşkusuz, son derece eğreti bir işlemdir. Sanat eserlerine verdiğimiz tepkiler hiçbir zaman bu kadar kesin biçimde parsellere ayrılmış, bu kadar düzenli bir şekilde birbirinden bağımsız kümelere bölünmüş değildir. Bu anlamda, "dağınık", "bulanık", "alaşımlı" ve "çelişkili" gibi sıfatlarla daha doğru tanımlanabilecek olan bağlanma biçimlerini farazi sınıflandırmalara sokmanın vebalini kabul ediyorum. Üstelik böyle bir yaklaşım gündelik estetik deneyimin mahiyeti ve yapısını bir parça kavrayabilme arzuma da ters düşüyor sanki. Şayet okuma edimi bilişsel ve duygusal itkileri kaynaştırıyor ve içe, yani benliğe olduğu gibi dışarıdaki dünyaya da bakıyor ise, iç içe geçmiş bu unsurları birbirinden yalıtarak inceleme gayreti akademik bir kılı kırk yarma alıştırmasından başka bir şeye benzemez.
Benim bu yaklaşımımın gerekçesi, okumanın birtakım veçhelerine, gelişigüzel ya da kibirli değerlendirmelerde sık sık küçümsemeye maruz kalmış veçhelerine dair bireyselleşmiş, inceltilmiş betimlemelere olanak –umarım– sağlıyor oluşudur. Negatif estetiğin kurumlarda köşe başlarını tutmuş olmasından dolayı, okur tepkilerinin yelpazesini çizme girişimi en iyi haliyle utanç verici biçimde safdilli, en kötü haliyle de rasyonalist, gerici ya da totalleştirici sayılarak, edebiyat teorisinden kapı dışarı edilmiştir. Tartışmanın zeminini değiştirmek için, bu tür tepkilerin kapasite ve niteliklerinin kararlılıkla netleştirilmesi gerekmektedir. Zira bireysel okuma edimleri ile daha geniş çaplı toplumsal alan arasındaki ilişkilerde kendini gösteren tepkilerdir bunlar. Başka bir deyişle, bu yoldan ilerlemenin bedeli okumamızın nedeni ve nasılına dair, kesin formüllerden ve önceden tasarlanmış ya da programatik sonuçlardan sakınan, kendimizi bildiğimize inandırdığımız şeylere yeni bir gözle bakmamıza kapı aralayan daha yüksek bir kavrayışa ulaşma umududur. Bu noktada edebiyat incelemeleri yalnızca bir mikro-siyasete değil, aynı zamanda bir mikro-estetiğe de fena halde ihtiyaç duymaktadır.
Pratikte ise, burada ana hatlarıyla belirttiğim bağlanım tarzlarının sıkı sıkıya, kimi zaman da ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiş olduğu kuşkusuzdur. Sözgelimi okumayla toplumsal bilgi edinebilmemiz için, öncelikle metnin hoşumuza gitmesi ve dikkatimizi çekmesi gerekir. Mimesis okurları cezbedip bağlayacak çeşitli araçlarla dolayımlanır: merak uyandıran olay örgüleri, titizlikle ayarlanmış sözel benzerlik, hayali oturma odalarının detaylı betimlemeleri, dedikodunun, merak ve mahremiyeti taklit eden kim-kime-ne demiş temsilleri. Okurun kavrayışının genişletilmesine sadece biçimsel araç ve edebi teknikler değil, bu gibi tekniklerin yarattığı büyülü yanılsamalar, yaratıcı çağrışımlar ve duygusal hassasiyetler de yön verir. Okumanın değerine dair salt bilişsel bir izah geliştirmeye yönelik her çaba mimesis ile büyünün, aydınlanma ile büyülenmenin karşılıklı bağımlılığını gözden kaçırma riski taşır.
Gündelik bir deyiş olan "tanımanın şoku", kişinin kendi özelliklerini bir edebiyat metninde görmesinin öyle basit bir deneyim olmadığını vurgulaması açısından kitabın diğer iki bölümünün başlığını bir araya getirmektedir. Rasyonalist bir fikir gibi görünen tanıma, sonuç itibariyle aynılık ile farklılığın, tanıdıklık ile yabancılığın etkileşimine dayanır; aynanın bize gösterdiği şey görmeyi umut ettiğimiz yahut beklediğimiz şey değildir her zaman. Tanıma yorumun vazgeçilmez bir uğrağı olmakla birlikte, farklı estetik, kişisel ve sosyopolitik üsluplarla gerçekleştirilir. Oysa en içten gelen tepkilerimizde bile bilişsel ve yorumsal bir yan vardır, zira zihnimiz ve bedenimiz tiksindirici, şiddetli veya müstehcen olanın rahatsız edici etkisini kaydeder. Sanatın geleneğe saldırması yahut tabulara karşı koyuşu benliği hiçbir zaman tam anlamıyla yahut geri dönülmez biçimde yıkıma uğratmaz; estetik şok deneyimi, ne kadar tüyler ürpertici yahut yürek sızlatıcı olursa olsun, sembolleştirme ve toplumsal anlam ağlarını ortadan kaldırmaz.
Sonuç olarak, argümanımın şok ile büyülenme arasında olduğunu ima ettiği her türden kesin karşıtlık kolayca yapıbozuma uğratılabilir. Büyülenme böyle yoğun bir husumet uyandırıyorsa, okurların özerkliğini ve irade gücünü ellerinden aldığı, böylece onları birer otomat yahut uyurgezerden farksız kıldığı düşünüldüğü içindir. Büyülenmenin verdiği haz, kendimize hâkim olma çabalarımızın sınırlılığını vurgulaması ve öznelliğin kesin anlaşılmazlık ve ele avuca sığmazlığına işaret ettiği için özünde tümüyle unheimlich (tekinsiz) bir nitelik taşır. Şok ise tiksinti, nefret, dehşet gibi olumsuz tepkiler toplasa bile, çoğu okur ve izleyicinin bu türden duygular yaşama, hatta işin doğrusu, bilfiil bunların peşinden koşma konusunda gösterdiği isteklilik onun paradoksal çekiciliğinin bir kanıtıdır. Bugünün izler-kitlesi ister uçurumun dibine bakarak en berbat korkularla yüzleşmenin verdiği güçlendirici bilgi, ister bir sanat eserinden yumruk yemiş gibi hissetmenin verdiği mazoşistçe mutluluk, isterse daha geleneksel beğeniden önce gelen, bir altkültür grubuna ait olmaktan duyulan tatmin olsun, içten gelen tepkilerden farklı hazlar duyar.
Estetik deneyimin bu veçheleri bir karşılıklı bağımlılık ve ortakyaşarlık hali içinde olsa da, bunların bir tek noktaya bağlanmasına yahut ortak bir temanın temelde ikincil veya dışsal varyasyonları şeklinde ele alınarak aralarındaki farkların asgariye indirilmesine karşı çıkıyorum. Edebi tepki yelpazesinin iki ucunu birleştirmenin bir avantajı da, bu yolla sadece farklı insanların değişik okuma biçimlerinin değil, aynı kişilerin farklı okuma biçimlerinin, estetik bağlanım tarzları ve güdülerindeki çarpıcı dalgalanmaların da vurgulanmasıdır. Edebi doğruluk ve estetik haz gibi kavramları yeniden tedavüle sokma niyetindeki yakın dönemli yayınlar arasında kendime bir yol açmaya çabalarken, bu gibi terimlerin genellikle üstünkörü bir tavırla ele alınması dikkatimi çekti. Ya söz konusu kavramlara ancak en belirsiz, en simgesel anlamlarıyla işaret edilmekte ya da bu terimler son derece yalıtık, çoğu zaman da türe özel tarzlarda kullanılmaktadır. Eleştirmenler bu gibi akademik dokunulmazları "zorluk" diye sabitleştirmekle kalmayıp (öyle ki haz dahi hep "erişilmesi zor haz" diye çıkar karşımıza), edebiyatın amacı ve değeri hakkında, kaynağı eninde sonunda ya lirik şiirin, ya gerçekçi romanın ya da avangard düzyazının belirli özelliklerine dayanan genel tezler öne sürerler. Günümüz araştırmacılığında evrenselciliklerden yaygın biçimde ve bir daha dönmemecesine tövbe edilmiş olsa da, birçok eleştirmen sayısız okuma biçimini tek bir analitik yahut teorik çerçeveye sıkıştırmak suretiyle okuma biçimlerine şiddet uygulamayı sürdürmektedir.
Bu çerçevelerin sayısını dörde indirmek, kuşkusuz, olsa olsa mütevazı bir gelişmedir, fakat estetik deneyimlerin çeşitliliği ve edebi değerin çoklu enstrümanlarına ciddiyetle eğilmeye teşvik etmesi açısından yapısal bir gelişmeye işaret eden çerçevelerdir bunlar. Çoklu değer ölçütlerini kabul etmek, her şeyin mübah olduğunu söylemek, göreci bir bakış açısını savunmak ya da başkalarının estetik yargılarına hiçbir zaman eleştirel yaklaşamayacağımızı ileri sürmek anlamına gelmez. Sadece, sanat eserlerinin birçok haklı nedenle takdir görebileceğini kabul etmek demektir. Okurlar ve okuma edimine dair önceki sayfalarda verdiğim örnekleri anımsayınca, bütün bu örneklerin ortak özelliğini saptamakta zorlanıyorum. On dokuzuncu yüzyıl sonu Londrası'nın Hedda Gabler'de kendisini bulan kadınlarını, Austen'cı üslubun nefes kesici gayrişahsiliği karşısında mest olan queer teorisyenini, Gayl Jones'un duygusuz şiddet tasvirleri karşısında yüreği parçalansa da merakına laf geçiremeyen çağdaş okuru ve Pablo Neruda'nın gündelik nesnelerin dayanıklılığını anımsatmasının cazibesine kapılan bendenizi birleştiren ortak bir nokta var mıdır gerçekten de? Bu bir avuç dolusu örnek bile estetik hazza yahut edebiyatın edebiliğine yapılan geniş kapsamlı göndermelerin hakkıyla ele alamadığı bir itkiler, duygulanımlar, stratejiler ve okuma sahneleri çokluğu barındırmaktadır. Wittgenstein'ın sözlerini değiştirerek söylemek gerekirse, okur tepkisinin koca ipliğini boydan boya kat eden tek bir lif yoktur.
Edebiyat teorisi halen böyle bir çoğullukla hesaplaşma mücadelesi vermektedir; edebiyatın farklı, hatta birbiriyle kıyaslanamaz nedenlerle takdir görebileceğini kabul etmekte açıkça zorluk yaşamaktadır. Buna karşılık, mutlak olana meftun, ihtişamdan gözü kamaşmış halde, bütün mitolojilerin anahtarını, başkalık ya da yücelik, arzu ya da yabancılaştırma, ahlaki zenginleşme ya da siyasi itaatsizlik fikrinde aramaktadır. En gözde yorumbilgimizden yahut en gözde teorisyenimizin göz kamaştırıcı bakışından habersiz olan bütün ayaktakımı ve hainleri dışarıdaki karanlığa sürgün ederek, lanetlenmiş olan ile ruhu kurtarılmış olan arasında bu denli kategorik bir ayrıma gitmek zorunda mıyız gerçekten de? Bu tür aforoz hareketlerinin edebi yorumun estetiğini ya da siyasetini ileri götürdüğüne ben ikna olmuş değilim. Bu bakımdan, başka birtakım kitaplar gibi, bu kitap da ancak eksik ya da kusurlu bir manifesto olarak adlandırılabilir.