Yücel Kayıran, “Tin ulusal değildir”, Radikal Kitap Eki, 18 Aralık 2010
Erich Auerbach, 1937 yılının Ocak ayında, İstanbul’dan Walter Benjamin’e yazdığı mektupta dönemin Türkiye’sini şöyle betimliyor: “Var olan İslam kültürü mirasının reddi, hayal ürünü bir kadim Türklük ile bağlantı kurma, kendisine karşı nefretle karışık bir hayranlık duyulan Avrupa’yı kendi silahları ile vurmak için teknik anlamda Avrupa zihniyetiyle modernleşme. (...) Had safhada milliyetçilik ve aynı zamanda tarihsel milli karakterin tahribatı.” (s. 301) Bir buçuk yıl sonra 1938 yılının Mayıs ayında, bu sefer Johannes Oeschger’e yazdığı mektupta ise Auerbach’ın gözlemleri daha da netleşiyor: “Her şey kötü bir biçimde modernleştirilmiş durumda. (...) Yoksul ve çalışmaya alışkın olmayan ülke... (...) Dindarlığa karşı mücadele ediliyor ve İslam kültürü Arap kökenli bir yabancılaşma olarak küçük görülüyor; hem modern hem de saf Türk olma isteği söz konusu. Bu çabalar, eski yazının yürürlükten kaldırılması, Arapçadan alınmış kelimelerin atılması ve yerlerine ‘Türkçe’ ya da kısmen Avrupa dillerinden alınmış kelimelerin konması yoluyla dilin tümüyle bozulmasına kadar vardır: Eski edebiyatı okuyabilecek tek bir genç bulamazsınız, düşünsel alanda son derece tehlikeli bir yönsüzlük söz konusu.”
Sağcı değil, Marksist de değil
Türkiye’nin kendine özgü siyasal gerilimi açısından bakıldığında, Auerbach’ın betimlemesinin, bugün oldukça sağcı bir değerlendirme olduğunu söylemek mümkün gibi görünebilir; hatta bu betimleme içinde yer alan “Avrupa’yı kendi silahları ile vurmak” tespiti olmasa, bu genel betimlemenin, dönemin İslamcılık anlayışıyla ıralı bir izlenim olduğunu ileri sürmek de mümkün. Ama ne yazık ki, Erich Auerbach, sağcı değil, Marksist de değil ama “sol liberal bir aydın” (Martin Vialon). Diğer taraftan, biyografisini hesaba katarak baktığımızda, Auerbach’ın bu betimlemeyi, Almanların artık bir “felaket” olarak adlandırdıkları Nazizm’in gelişimine duyduğu tepkinin etkisinde yaptığı düşünülebilir. Ama değil, tam olarak değil, Auerbach’ın yaklaşımının kökenindeki neden, siyasal olmaktan çok filolojik ve kültürel-felsefi temellerden kaynaklanmaktadır. Seçkide yer alan “Dünya Edebiyatının Filolojisi” başlıklı denemesinde bu problemin açaıklamasını bulmak mümkün.
Siyasal bir perspektif
Auerbach’a göre, kültürel çeşitlilik açısından, 20. yüzyılda beliren en önemli tehlike, insan yaşamının, bütün gezegende birörnek hale geliyor oluşunda ortaya çıkmakta; standartlaşma yaygınlaşmaktadır. Kültürel ve dilsel, dolayısıyla edebi çeşitlilik, yerini tek bir edebi dilin hayatına bırakmaya doğru ilerlemektedir. Ona göre, edebi çeşitlilik, varlığını, tarihsel olarak, örneğin Avrupa’da, ulusal edebiyatların Latinceye üstünlüklerini ilan edip özbilinçlerini kazanmalarının sonucunda ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte Auerbach’a göre, tinsel olanın varlığını uzun süre devam ettirebilmesinin koşulu, onun, alışkanlık ve kurum haline gelmesiyle mümkündür. Geleneğin, kültürün ve tinsel olanın devamlılığı, okuma, eğitim ve alimlikle, yani tarihsellik zemini oluşturanla olanaklılık kazanır. Dolayısıyla kendimize ilişkin bilincimizin oluşmasına en fazla nüfus eden içsel tarihtir. Tin, ulusal değil, tarihseldir. Bu nedenle, Auerbach’a göre, 20. yüzyılın başında, ulusal irade, her ne kadar her yerde her zamankinden daha güçlü bir görünüm arz ediyor ise de, ne yazık ki her yerde modern yaşama biçimlerine, yani bir örnekleşmeye doğru yönelmektedir. Modern yaşama biçimi, birörnek yaşama biçimidir. Her ne kadar ulusal iradenin kendisinden ve gelişiminden söz edilse de, temelde tinsel olanın tarihsel devamlılığı gibi ulusal mevcudiyetin iç dayanakları her yerde parçalanmaktadır. Tıpkı, Auerbach’ın, 30’lu yıllarda, Türkiye’de ulusallaşma adına tarihsel ve tinsel olanın devamlılığının kesilip koparılması örneğinde olduğu gibi.. Dolayısıyla 1937’de ve 38’de, Auerbach’a, yukarıdaki betimlemeyi yaptırtan bakış tarzının nedenleri, bu düşünsel temele dayanmaktadır. Siyasal ve ideolojik bir perspektifte değil, düşünsel temelleri olan mesleki bir zeminde durmaktadır Auerbach.
Ulusal irade veya ulusal devlet söyleminin fiili olarak Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde ortaya çıktığını hesapta tutmamız gerekir. Dolayısıyla birinci savaşın sonuçlarının etkileri, entelektüel gereksinim bakımından daha etkili olmuş gözüküyor; hem Fransa’da hem de Almanya’da. Her iki ülkenin de entelektüel birikimi, bu savaşın sonucunun etkileri bağlamında yetişmiş ve yeni bir başlangıçla ortaya çıkmış izlenimi veriyor; ama bir farkla: İkinci savaş, Fransız entelektüellerini ulusun/ülkenin etrafında toplanmasını sağlarken, Almanya’da durum tam tersi olmuş ve entelektüellerinin, sanki merkez kaç kuvveti esasınca, ve tabii ki Nasyonal Sosyalist politikanın bir sonucu olarak ülkenin dışına, Almanya’dan dünyanın değişik yerlerine doğru dağılmalarına yol açmış. Fransız düşünürleri daha cilveli, hemen hemen hepsi, neşe ve haz içinde oldukları bir anda ve ulusal bir fon önünde camera lucidaya poz vermekten geri durmamışlardır; Almanları böyle bir karede yakalamak mümkün olmadı sanırım, ve daha derindirler, kavramın her iki anlamında da.
Mimesis’i okumak gerekir
Türkçedeki kullanımlarını hesaba katarak baktığımızda, Erich Auerbach’ın önemini, filolog ve edebiyat tarihçisi kavramlarından hareketle anlamak pek mümkün değil. Auerbach’ın yönteminin ayırıcı özelliği, edebiyat eleştirisini, felsefe, filoloji ve tarih zemini üzerine kurmuş olmasında ortaya çıkıyor. Bu yöntem anlayışı, onun, bir başka düşünürü rehber edinip onu takip etmesinin değil, Dante ve Vico üzerine kendi eleştirel çalışmalarının sonucunda ulaştığı bir sentez. Auerbach, buna felsefi filoloji adını veriyor. Ona göre, felsefi filoloji, tek şeyle ilgilenir: “bizimle, dünya denen gezegendeki insanla.” Burada, ikinci savaş öncesi Almanya’sında gelişen fakat ikinci savaş sonrasında terk edilen ama Türkiye’de Takiyettin Mengüşoğlu tarafından geliştirilen felsefi bir anlayıştan da söz etmek gerekir. Felsefi Antropoloji’dir bu. Dolayısıyla Auerbach’ın, felsefi filoloji dediği şeyin, hümanizmden çok felsefi antropolojiye yakın olduğu kanımı da belirtmek isterim. Kuşkusuz Mimesis’i okumak gerekir.
Erich Auerbach, Nasyonal Sosyalizmin yükselişi yüzünden 1936 yılında, Yahudi mülteci olarak Türkiye’ye gelerek İstanbul Üniversitesinde on bir yıl boyunca ders vermiş, Alman filoloğu ve edebiyat tarihçisi. 1892 doğumlu olan Auerbach, Yahudi cemaatinin geleneklerine uygun bir eğitim almış laik aydın olarak tanımlanmakta. Roman filolojisi aldığı yıllarda, Ernst Bloch, Walter Benjamin, Georg Lukacs’la tanışmış ve ömür boyu bu dostluk ilişkisini kurumuş. Sebahattin Eyüpoğlu, Safinaz Duruman, Mina Urgan, Abidin Dino, Güzin Dino, Azra Erhat’ın da hocası olan (yani İlyada ve Odysseia çevirileri rehbersiz değil) Auerbach, başyapıtı olan Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili’ni (1946), Türkiye’de bulunduğu yıllarda yazmış. İspanyolca (1950), İngilizce (1953), İtalyanca (1956), İbranice (1958), Danca (1966), Romence (1967), Fransızca (1968), Lehçe (1968), Sırpça (1968), Japonca (1969), Portekizce (1971), Rusça (1976), Hollandaca (1991), İsveççe (1998), Norveççe (2002), Litvanca (2003), Hırvatça (2004), Yunancaya (2005) çevrilen bu başyapıtın, Türkçeye tercüme edilmemiş olması, birçok bakımdan dikkat çekici olmasından öte, bizdeki ‘entelektüel vefa’ duygusunun neliğiyle de ilgili olsa gerek. Başta Martin Vialon olmak üzere, bu seçkinin yayınlanmasında rolü ve emeği olanlara, ben kendi adıma teşekkür ediyorum.