Gökçe Gündüç, “Türkiye'de dil devrimine tehlikeli bir yönsüzlük hâkimdi”, Radikal Kitap Eki, 30 Ekim 2010
1936- 1947 yılları arasında Türkiye’de yaşayan Alman filolog ve edebiyat tarihçisi Auerbach, Princeton ve Yale’de ders vermeden önce İstanbul Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydi. “Avrupa’nın güney ülkelerinde yaşayanlardan daha katı, daha teklifsiz, daha sevimsiz ve daha boyun eğmez türde insanlar bunlar; yine de hoş ve hayat gücüyle dolular, köleliğe ve zor işlere alışıklar, bir de yavaş çalışmaya” derken yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayanları anlatıyordu. O bizi böyle tanımıştı, şimdi Yabanın Tuzlu Ekmeği’yle biz onu tanıyacağız.
Baharatlı ve tarih dolu bir şehirden
Edebiyat sosyologu Erich Auerbach, 1958’de “Ancak yeterli sayıda bir kültürlü azınlık oluştuktan sonra antik çağınkiyle karşılaştırılabilecek (kültürlü bir kamuoyuna ve böylesi) bir zihniyete ulaşılmış olur ve toplumsal bir tabaka olarak böyle bir azınlık da ancak anadili eğitimin asıl ve temel aracı haline geldiğinde oluşabilir” diye yazarken, hiç şüphesiz aklında Kürtleri anadilde eğitim için mücadeleye teşvik etmek yoktu. Ama biliyoruz ki, 1938’de Müsteşar Karl Vossler’e yazdığı mektupta “Eğer sürgüne gitmek kaçınılmazsa böyle güzel, baharatlı ve tarih dolu bir şehirden daha iyisi olamaz; hiç değilse ABD’den daha iyi, en azından yüreğim için” derken, İstanbul’u anlatıyordu. Çünkü o tarihte İstanbul’a taşınalı iki yıl olmuş, İstanbul Üniversitesi’nde Fikret Elpe, Safinaz Duruman ve Mina Urgan’ın da aralarında bulunduğu yüzlerce öğrenciye edebiyat dersi vermiş, Sabahattin Eyüboğlu’yla dergi çıkarmaya başlamıştı. 20. yüzyıl edebiyat eleştirisinin en önemli eserlerinden sayılan Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili adlı kitabını burada yazmış, Walter Benjamin başta olmak üzere birçok meslektaşına İstanbul’dan mektuplar yollamıştı. İşte, bu mektupları ve Auerbach’ın hayatta olduğu dönemde Türkçe olarak yayımlanmış metinlerini Yabanın Tuzlu Ekmeği’nden okumak mümkün. Kitabı hazırlayan Yeditepe Üniversitesi öğretim üyesi Martin Vialon, bu metinlerin bir kısmını Beyazıt Camii çevresindeki, Kadıköy’ün merkezindeki ve iç bölgelerinde sahaflarda ve İstanbul’un her iki yakasında yaptığı uzun gezintiler sırasında rastladığı seyyar kitap sergilerinde bulmuş.
1892’de Berlin’de doğan Auerbach, İstanbul sahaflarında bulunabilen bu metinleri yazmış, 1947’de ABD’ye göç edene dek Türkiye’de yaşamıştı çünkü Alman Nasyonal Partisi’nin yükselişiyle birçok Yahudi meslektaşı gibi o da Almanya’da ders verdiği üniversiteden ayrılmak zorunda bırakılmıştı. Fakat o, pek çok meslektaşının aksine batıya değil, doğuya gitmeyi yeğlemişti. Çünkü Fransa’ya, ABD’ye ve İsviçre’ye göç eden ve çoğu yoksulluk içinde yaşayan göçmenlerin aksine Türkiye’de Yahudi bilimcilere işgücü olarak ihtiyaç duyuluyordu. Yeni kurulan Cumhuriyet, eğitim politikasını oluşturmaya, bir yandan düşman belleyip, diğer yandan örnek aldığı Avrupa’ya benzemeye çalışıyordu. Üstelik bu yeni Cumhuriyet, yabancı uyruklu öğretim görevlilerine, Türkiyeli bir profesör 150 lira aylık alırken, 500- 800 lira ödüyordu. Bu miktar dönemin milletvekili maaşlarının üç katıydı. Yine de hayat Auerbach için pek o kadar kolay değildi. Zira Alman Nazi makamları tarafından izleniyor, Almanya’daki hükümet Türkiye’deki Eğitim Bakanlığı’nın kültür politikasına müdahale ediyor, göçmenleri pasaportlarını iptal etmek ve vatandaşlıktan atmakla tehdit ediyordu. Yabanın Tuzlu Ekmeği’nin sunuşunda Martin Vialon’un dediği gibi, “bu açıdan bakıldığında İstanbul Üniversitesi büyük ölçüde bir göçmen üniversitesi iken Ankara Üniversitesi daha çok Nazi Almanyası’ndan bilimcilerin görev yaptığı bir kurum olarak görülüyordu.”
Bir milletin tarihinde dil
Atatürk, sempatik bir otokrat Avrupa’da Latince’nin yaygın kullanımıyla çağlar boyu dini bilgiden ve edebiyattan mahrum bırakılan halk ilk kez Dante’nin İlahi Komedya’sıyla anadiliyle barışmaya cesaret etmişti. O dönem üzerine pek çok akademik çalışma yapan Auerbach da Türkiye’de verdiği bir konferansta “Bir milletin tarihinde dil reformlarının ve yabancı dillerden sözcük almanın kaçınılmaz olduğu anlar vardır. Fakat bu reformların çok çabuk ya da geniş olmamaları gerekir. Her milli dilin temeli gerek bilimsel gerek edebi bakımdan halkın konuştuğu dildir” diyordu. Dönemin koşulları dikkate alındığında 1930’ların Türkiyesi Auerbach için yıllarca üzerine teoriler yazdığı dil devriminin pratikte nasıl uygulandığını gözlemleyebileceği bir cennetti aslında. Çünkü Latin alfabesi henüz kabul edilmiş, Türk Dil Kurumu Türkçenin yabancı sözcüklerden temizlenmesi için çalışmaya başlamıştı. Auerbach tam da bunu yapmış, gözlemlemişti. Alman edebiyat eleştirmeni Walter Benjamin’e 1937’de yazdığı mektubunda da Mustafa Kemal Atatürk’e ilişkin gözlemlerini yazmıştı: “Ülke tamamen ve kesin olarak Atatürk ve ona bağlı Anadolu Türkleri tarafından yönetiliyor. Büyük Şef, sempatik bir otokrat, zeki, cömert ve esprili biri. Avrupalı meslektaşlarından tamamen farklı: Bu toprağı bizzat bir ülke haline getirmiş olması, ayrıca da kesinlikle uzun söze kaçmaması itibariyle; anıları şu cümleyle başlıyor: ‘19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım.’ Fakat bütün yaptıklarını bir yandan Avrupa demokrasileri ile diğer yandansa eski Müslüman- Panislamist Saray ekonomisine karşı savaşarak gerçekleştirmek zorunda kalmış; sonuçta ortaya çıkan da fanatik bir gelenek karşıtı milliyetçilik olmuş: Var olan İslam kültürü mirasının reddi, hayal ürünü bir kadim Türklük ile bağlantı kurma, kendisine karşı nefretle karışık bir hayranlık duyulan Avrupa’yı kendi silahları ile vurmak için teknik anlamda Avrupa zihniyetiyle modernleşme. Sonuç: Had safhada milliyetçilik ve aynı zamanda tarihsel milli karakterin tahribatı.”
On bir yıl İstanbul’da sürgün
İslam kültürü küçük görülüyor 1938’de Johannes Oeschger’e yazdığı mektupta ise dil devrimini “tehlikeli bir yönsüzlük” olarak niteleyen Auerbach, sözlerini “Eski yazı yürürlükten kaldırılarak, Arapçadan alınmış kelimelerin atılıyor ve yerlerine Türkçe ya da kısmen Avrupa dillerinden alınmış kelimeler konuluyor. Bu yolla dindarlığa karşı mücadele ediliyor, İslam kültürü Arap kökenli bir yabancılaşma olarak küçük görülüyor” diye sürdürüyor.
65 yıllık ömrünün 11 yılını İstanbul’da geçiren Auerbach, Türkiye’ye göç eden otuz profesörün (Dönemin Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip onlara şöyle seslenmişti: “500 yıl önce İstanbul’u kuşattığımız zaman Bizanslı bilginlerin İtalya’ya göç etmelerini önleyememiştik; işte bugün Avrupa’dan rövanşı alıyoruz”) durumunu, kendisini de dâhil ederek “iyi” diye tanımlıyor. Üstelik henüz 1938’de bu durumun her geçen gün daha iyiye gittiğini yazıyor. Boğaziçi’nin “büyüleyici güzelliğine” de değinerek, mektuplaştığı dostlarını İstanbul’u görmeye davet ediyor. Auerbach’ın gördüğü Türkiye’yi, kendisi gibi göçmen diğer akademisyenlerin de aşağı yukarı benzer şekilde algıladığını düşünmek yanlış olmaz. Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili adlı başyapıtını Türkiye’de yazması da tesadüf sayılamaz elbette. O dönem akademik çalışmalar için yeterli kaynak, kapsamlı bir kütüphane temin edemeyen Cumhuriyet, verdiği gözlem imkânıyla açığını kapatmıştı belki de... Bu arada bir kısmı Martin Vialon’un, bir kısmı Boğaziçi Üniversitesi’nin arşivinden alınmış fotoğraflar da “Erich Auerbach neye benzer, nerede yatıp kalkar, nerelere gider” sorularına şüphesiz yetersiz ama güzel bir yanıt. Vialon’un dediği gibi “bu seçkiye göz atan okur, içinde geç antik çağdan Proust’un roman dünyasına uzanan geniş bir zaman dilimine ilişkin çalışmaların verimlerinin yer aldığını görecek ve Mustafa Kemal Atatürk’ün başlatmış olduğu reformlara dayanan modernleştirme çabalarına kâh olumlu kâh şüpheci bir açıdan yöneltilmiş gözlemleri okuyacak.” Onun bizi tanımak için epeyce zamanı olmuştu, şimdi sıra bizde.