Mektuplar için Sunuş, Martin Vialon, s. 293-298.
Erich Auerbach 20. yüzyılda Alman dilinde mektup yazımının büyük ustalarından biridir. Sanatının kökleri, mektubun Goethe zamanında ve Alman idealizmi döneminde düşünsel alışverişte edebi bir tür olarak doğal bir rol oynadığı 19. yüzyılın burjuva kültürüne uzanır. Heinrich Heine, Karl Marx, Friedrich Nietzsche gibi önceki kuşaklardan ya da Thomas Mann, Hugo v. Hofmannsthal, Walter Benjamin, Hannah Arendt, Ernst Bloch, Theodor W. Adorno, Karl Jaspers gibi Auerbach'ın çağdaşı önemli mektup yazarları, bu edebi tür içerisinde iç seslerine çok yönlü bir ifade kazandırma yeteneğine sahip insanlardı. Tıpkı bu yazar ve filozoflar için olduğu gibi Auerbach için de mektup sanatsal ve bilimsel biçimleri tamamlayan ve yaşanan tarihe, kişisel konuşmalara, arkadaşlıklara ve bunların incelenmesine ilişkin düşünme sürecine şahit olmamıza olanak tanıyan bir ortamdır.
Auerbach'ın mektuplarında, ince işlenmiş düşüncelerine denk düşen ince ve işlenmiş bir yazma tarzıyla karşılaşırız; ifadelerinin özlü sözlere yakınlığı gözden kaçmaz. Ördüğü cümleler, desenlerinde tek tek iplikleri bütünlüklü bir resim oluşturacak şekilde birbirine düğümlemiş olan sabır dolu kişiliği de görebileceğimiz bir halı gibi durur karşımızda. İfadesindeki çarpıcılık okurun artık kaybolmuş olduğu varsayılan, düşünsel ve mazide kalmış bir dünyanın içine dalmasını sağlar. Sürgündeki mektup örme sanatının anlaşılabilmesi için bilinmesi gereken belirleyici bir nokta vardır: İstanbul Üniversitesi ile yapmış olduğu iş anlaşması uyarınca Auerbach kamuoyu karşısında Mustafa Kemal Atatürk'ün genç cumhuriyetini siyasal olarak güç duruma düşürecek hiçbir açıklama yapmamaya söz vermişti. Yaşadıklarını sadece kişisel konuşmalarda ve mektuplarda dile getirebiliyordu.
Auerbach'ın mektupları büyük bir yapının taşları olarak görülebilir. Bu kitaptaki beş mektup dünyanın her köşesine dağılmış bir hazinenin içinden seçilmiştir. Toplam olarak elli kişiye yazılmış 550 mektup bulunmuştur ve bunlar Erich Auerbach: Gesammelte Briefe: 1919 bis 1957 adı altında iki cilt olarak Göttingen'deki Wallstein Verlag tarafından yayımlanacaktır. Bu seçkideki mektuplarda Türk üniversitelerinin Avrupalılaştırılması sürecinde sorumluluk üstlenmiş bir akademisyen, oluşumun içinden bir bakış açısıyla kültürel sorunları kaleydoskopik bir şekilde yansıtmaktadır. Bu bağlamda Auerbach kendi tarihinden ve anadilinden kopmanın getirmiş olduğu yabancılaşma sorunlarına da değinir. Leo Spitzer'den devralmış olduğu asistanı Traugott Fuchs'a yazdığı mektupta açık yüreklilikle bir öğretmen olarak ne öğretmesi gerektiğini bilmediğini ifade eder. Bu Sokratik yaklaşımı pedagojik bir araç olarak kullanır. Sürgündeki filolojik çalışma, kendi güçlerine yeniden yoğunlaşmayı gerektirir; hedef yabancı bir dünyadaki dış koşulları dengeleyecek üretici bir süreç oluşturmaktır. Varoluşsal önem taşıyan bu sorun, Auerbach' ın İsviçreli klasik filolog ve Romanist Johannes Oeschger'e yazmış olduğu gibi, göçmenlerin Alman Nasyonal Sosyalist Partisi'nin yurtdışı kolu ve İstanbul'daki pantürkist ve Yahudi düşmanı akımlar tarafından izlenmesi yüzünden güçleşmiş durumdadır.
Çalışma koşullarının zorlaşmasına Auerbach'ın yanıtı geleneğe kaçış olmaz. Gelenek anlayışı tutucu değildir; Batı'nın yazılı geleneğini entelektüel yönelimin ve "çıkış noktası"nın bulunmasında kullanılabilecek bir başvuru mercii olarak görür. Gerek bu kavram gerekse mektuplarında yer alan "tekil fenomen", "somutlaşma", "tarihi güçler" gibi diğerleri, metin iletiminde yöntemsel olarak kullandığı temel epistemolojik-eleştirel araçlardır. Böylelikle geçmişe edilgen bir şekilde geri dönmek yerine güncel tarihi zamanın kavramı ortaya konur: Metin üzerinde çalışma olarak kavram üzerinde çalışma, sürgünde yaşamış olduğu güncel yabancılaşma olgularının yorumlanmasını mümkün kılar. Edebi dönemleri küçük ama örnek teşkil eden belirtilerden yola çıkarak kavramak şeklindeki yaklaşımı metodolojik olarak geleneğin birikimlerini kurtarmaya ve bilinç kazandırmakta kullanmaya yönelik bir çaba olarak görülebilir. Bu eleştirel yaklaşımın kurtarıcı yönü aktarılmış bulunanları unutulmanın elinden almasında, bilinç kazandırıcı yönü ise modern olanın antik ve Yahudi-Hıristiyan geleneği olmaksızın anlaşılamayacağını vurgulamasındadır.
Özellikle Marburg'daki doktora öğrencisi Martin Hellweg'e yazılmış olan mektupta, "tekil fenomen"in ele alınan konunun filolojik açıdan incelenmesinde mutlaka gerekli bir monadolojik ilke olduğu gözler önüne serilir. "Tekil fenomen"de tarihi-filolojik ve hermenötik yaklaşımın temelini oluşturan araştırma nesnesi baştan verilidir. Bir yazarın eserlerinin bağlamından bir metin parçası seçilip ayrılır ve o edebi dönemin tarza ve sisteme ilişkin yönlerini belirlemek için sentaktik ve semantik açıdan yorumlanır. Yine mektuplardan Auerbach'ın metodolojisinin, daha ilk dönemlerinde kaleme almış olduğu Boticelli çalışmasında (1893) yorumda tümevarımcı yaklaşımı benimsemiş ve sanat eserini tarihsel bağlamı içine yerleştirmiş olan sanat tarihçisi Aby Moritz Warburg'un okuluna yapısal bir benzerlik gösterdiğini anlarız. Auerbach metin incelemelerinde, Mimesis'de övdüğü yukarı Fırat yöresi doğumlu Yunan yazar ve filozof Samsatlı Lukianos'un tarzını örnek alır. Lukianos Ölülerin Diyalogları (166-7) adlı eserinde geçmişin seslerini hazırcevap ve esprili bir üslupla 2. yüzyılın Roması'na aktararak halkın saflığını kötüye kullanan din çılgınlığını eleştirir. Auerbach da mektuplarında güncel koşulları keskin görüşüyle eleştirmek için dolaylı olarak ironiye başvurmuştur.
Auerbach'ın kültür alanındaki güncelliği mektuplarında kendini çeşitli şekillerde dışa vurur. Ege adalarına yapmış olduğu, Oeschger'e mektubunda sözü geçen geziler, Mimesis'e hâkim olan ve Homeros ve Eski Ahit'ten Marcel Proust'a uzanan Avrupa tarihi temelli bakış açısının arka planını oluşturur. Avrupa geleneğine bu yoğunlaşma Mimesis'den önce kaleme almış olduğu mektuplarında da belirgindir: Auerbach İstanbul'un, Bursa'nın ve Anadolu'nun coğrafya açısından olmasa da antik-Hıristiyan, Yahudi-Müslüman, Hıristiyan-Ortodoks katmanları açısından Avrupa'ya ilişkin olan çok yönlü kültürel zenginliklerini ele alır. Ayrıca Atatürk'ün, bir yandan laik ve tutucu güçler arasında gerginliğe yol açarken öte yandan demokrasi anlayışındaki eksikliği dışavuran ve azınlıklar ve Yahudilere ilişkin sorunları beraberinde getiren devleti Türkleştirme girişimleri konusunda da eleştirilerini dile getirir. Düzeyine erişilmesi gereken modernleşme sürecinin ilk adımları olarak 1923'te padişahlık, 1924'te halifelik kaldırılarak laik ve milli bir devletin temelleri atılmıştı. Walter Benjamin'e mektupta yer alan Atatürk'ten yapılmış olan alıntı, Auerbach'ın burada tarihin kazananlar tarafından yazılışının bir örneği ile karşılaştığımızın ne denli farkında olduğunu gösterir. O ise bu tür tek yanlı tarihyazımının karşısına, çıkış noktası zamanın şimdisi ile buradası olan ve Türkiye'nin devrimci modernleşme sürecinde oluşan kırılmaları görmezden gelmeyen kendi özgün deneyimini koyar.
Dil tarihi açısından özellikle 1928'de gerçekleşen ve Benjamin'e ve Oeschger'e yazdığı mektuplarda barbarlaşma ile karşılaştırdığı dil devrimini ele alır. Dili standartlaştıran bu girişim her ne kadar herkesin dile ulaşımına eşit imkân sağladıysa da Osmanlı'nın kültürel mirasına erişmek ancak küçük bir azınlık için mümkün olmaktadır. Bu eleştirinin temelindeki düşünce, tarihi olarak Napolyon sonrası Almanyası'nda yükselen milliyetçilik sonucunda dilin Fransızcadan ve diğer dillerden gelen etkilerden arındırılmasını savunan anlayışa karşı gelişen girişimlerle karşılaştırılabilir: "Kutsal İttifak" döneminde beliren "milli edebiyat" kavramına Goethe dünya edebiyatı görüşüyle, Wilhelm von Humboldt da dilin gelişimine ilişkin yaratıcı kuramıyla karşı çıkmışlardı. Auerbach, bütün dillerin Türkçeden gelişmiş olduğunu savunan Güneş Dil Teorisi desteğinde "hayali bir kadim Türklük ile kurulan bağlantı"nın hiçbir temeli olmadığına işaret eder. Bu çabanın tek işlevi modern Türk milletinin kuruluşuna bir mit sayesinde haklılık kazandırmaktı. Buna karşıt olarak Auerbach Giambattista Vico'nun felsefesi hakkındaki makalesinde dilin kökeninin "sensus communis"e ve insanların çok çeşitli alanlarda kendini gösteren eylemlerine dayandığını göstermiştir.
Auerbach'ın dil reformu gibi tek bir olguyu ele almak suretiyle sergilediği monadolojisi, tıpkı onun gibi Erwin Panofsky ve Hamburg'daki Warburg çevresi ile kişisel ve mesleki arkadaşlık ilişkisi bulunan Walter Benjamin'in metodolojik yaklaşımına benzerlik gösterir. Benjamin'in Paris'teki sürgünü sırasında yazmış olduğu Eduard Fuchs. Der Sammler und der Historiker (1937) ve bölümler halinde elimize kalan, Avrupa'nın 19. yüzyıldaki başkentini kültür tarihi açısından çözümleyen Passagenwerk (1929-40) adlı eserleri özellikle tümevarım yönteminin kullanımına örnek oluşturur. Auerbach, Benjamin'in "pasajlar projesi" üzerinde çalışmakta olduğunu yirmili yılların sonlarından beri biliyordu. Pera'nın modernleştirilmesine ilişkin olarak Benjamin'e iletmiş olduğu minyatürler, Georges-Eugenè Haussmann'ın önderliğindeki doludizgin şehirleşmeyle 19. yüzyıl ortalarından itibaren Paris'te belirmeye başlayan değişikliklerin Şarki-Avrupai yansıları gibidir. Auerbach ile Benjamin'i düşünsel olarak birbirine bağlayan ortak nokta, ilerleme konusunda tarihsel materyalizmin ortodoks anlayışına aykırı düşen eleştirel tavırdır.
Benjamin, Moskova duruşmaları (1936-38), Auerbach'ın mektupları ve Alman-Sovyet saldırmazlık anlaşması (23 Ağustos 1939) dönemine denk düşen "Tarih Felsefesi Üzerine Tezler" (1940) adlı eserinde Karl Marx ve Alman sosyal demokratlarının ilerlemeye tapınmalarının bir felaket olduğunu yazar. Bu felaket devlet sosyalizmi siyasetine ihanete ve teknik ilerlemenin ve onun sömürü mantığının –gerek savaş girişimleri gerekse endüstriyel olarak tasarımlanmış cinayet fabrikaları olarak iş gören toplama kamplarıyla– 20. yüzyılın ilk yarısında merkezi Avrupa'daki kapitalist doruğunu oluşturan Nasyonal Sosyalizme ilişkindir. Bu felaketin tanınmış ve tanınmamış kimi kurbanları Auerbach'ın mektuplarında anılır; bunlar dünyanın henüz ırkçılık çılgınlığına kapılmamış olduğu dönemden arkadaşlarıdır. Aralarından pek azı yakın dostu Werner Krauss gibi Nazi barbarlığının çılgınlığına karşı durma cesaretini göstermiştir. Mektupların yüzeyinin altında beliren ve Alman ya da Alman-Yahudi entelektüel hayatının bir neslini oluşturan bu isimleri günümüz okurları ya pek az tanır ya da hiç duymamıştır. Auerbach' ın mektupları bu nesle unutulmuş seslerini yeniden kazandırır. Sürgünün zor şartlarına rağmen dostlukları sürdürme becerisine mektuplarının her birinde şahit oluruz. Özellikle Benjamin'e yazmış olduğu mektuptaki Ernest Bloch'a ilişkin bölüm, bir dönem örselenmiş bir dostluğun tekrar kurulmasına uzaktan arabuluculuk etme çabası olarak görülebilir.
Mektupların sonunda yer alan yorumlar bu seslere ve hayatlara daha büyük bir alan sunar. Burada kişilere, bilimsel açıklamalara ve adı geçen yazarların düşünsel mirasları sayılan eserlere yer verilmiştir. Bir-iki yerde yorumlar mektupta bahsi geçen konuyu derinleştirmektedir, yayıma hazırlarken orjinal mektuplar esas alınmış, sadece çoğu isimlerden oluşan kısaltmalara müdahale edilmiştir. Auerbach'ın altını çizdiği kelimeler bu şekilde korunmuş ve her mektubun ilk kez nerede ve hangi dilde yayımlanmış olduğu da ayrıca belirtilmiştir.