Sennur Sezer, "Avrupa Altüst olurken", Radikal Kitap Eki, 1 Ocak 2010
Tarih diye öğrendiğimiz bilgiler yalnızca savaşların, göçlerin, fetihlerin, buluşların ve krallarla şahların adlarını kaydeder. Savaşlarda ölenlerin ve onların yakınlarının duygularını tarih değil destanlar söyler. Bu destanların anlattıkları resmi tarih gibi saygın değildir. Bireylerin insan olduğu dolayısıyla acıları, hakları hanedanların egemenlerin rahatları için yitirdikleri, egemenlerin giyim kuşamlarının ayrıntıları kadar bile hatırlanmaz nedense. Çoğu zaman yasaklandığı için yazıya geçememiş, belleklere emanet edilmiş ve parça parça günümüze kadar gelen masallara, şarkılara sığınmıştır bireysel dramlar. Bir savaşın ne kadar sürdüğü tarihte kayıtlıdır; mesela, Girit Savaşı yirmi yedi yıl. Bunca yıl süren bir savaşın asker yakınları için ne demek olduğunu acemi ama içten bir şiir parçası kavratabilir bize. Ölümden söz etmek istemeyen bir kadının söylediği tek tek bir dize: “Sefer döndü mü, döner mi”
Dieter Forte’nin Sırtımdaki Ev’i de kaynaklarını Avrupa tarihinden (ve yazarın aile geçmişinden) almış bir anlatı. Bu anlatı birbirine benzemez sayılan ulusların bireylerinin doğdukları topraklardan uzakta yan yana geldiğinde birbirlerini nasıl tamamladığını da gösteren bir destan. Kimi zaman inançlarını kimi zaman özgürlüklerini korumak için doğdukları topraklardan başka ülkelere göçtüklerinde yitirdikleri ve kazandıklarının toplamı. Üstelik yazar bu sonucu romanın sonunda belirtecek kadar da cesur:
“Başka dilleri olan farklı ülkelerde değişen zamanın içinden geçerken geleneklerine ve inançlarına sonuna kadar sadık kalmaya, yabancı ülkelerde yabancı olarak haysiyetlerini muhafaza etmeye çalışmış olan Lukaczlar ve Fontanalar: Sadece birkaç yıllığına burada evimdeyim diyebilen yurtsuzlar; asla kök salmamış olanlar, kendini hiçbir yerin, hiçbir şehrin sahibi olarak görmeyenler, o sırada oturdukları evin birkaç sokak ötesine geçememiş olanlar, dilleri ve devletleri aşan, o kadim yurt duygusunu ikame eden tesadüfi soy ilişkileri içinde yaşamış olanlar. Harita üstündeki eski hareketsiz kıtaların arasında her defasında kendini yeniden inşa eden küçük adalar.”
1935 yılında Düsseldorf’ta doğan Dieter Forte’nin uluslararası bir üne kavuşan oyunu, Martin Luther ve Thomas Münzer Ya Da Muhasebenin Başlangıcı (1983) onun tarihsel çelişkileri yakalayıp işleyişinin ya da dünyaya bakış açısının özeti sayılabilir. Pek çok dile çevrilen bu oyunda karşı karşıya getirilen iki önemli dinsel kişilikli Alman şahsiyetten Martin Luther bir din reformcusu, Thomas Müntzer ise dinsel dili köylülerin en iyi anlayacağı dil olduğu için seçen devrimci bir lider olarak anılır. Luther, mücadelesinin sonunda Wittenberg İlahiyat Fakültesi’nin dekanlığına getirildi. Luther’e karşı çıkan ve Köylüler Savaşı sırasında asilerin lideri olan Müntzer ise yenilgiye uğrayınca işkence gördü ve boynu vuruldu. Tarihteki bu tür çelişki ve ilişkileri ıskalamayan Sırtımdaki Ev, üç bölümden oluşuyor: Desen, Ekinoks, Anılarda Kalanlar. Bu bölümler ilk kez 1992, 1995 ve 1998 yıllarında bağımsız romanlar olarak yayımlanmış. Bu romanlar sonra tek ciltte birleşmiş. Türkçe’de 613 sayfa tutan bu üçlemeye, romanı Almanca aslından Türkçeye çeviren Çağlar Tanyeri’nin Çevirmenin Gözünden başlıklı dört sayfalık yorum metni eklenmiş.
Tanrı kömürü yeraltına sakladı
Sırtımdaki Ev, J.L. Borges’in Plan başlıklı dizeleriyle başlıyor. Bir sunu da sayılabilecek bu metinde de bir çelişkinin izleri ve bir gizli alaysılık ağır basıyor. Kitlesel göçleri tarihçilerin maddesel kalıntılarla açıklamaya çalışan ve anlatan tarihçilerle dalga geçen ilk dizeyi, dünyadaki pek çok olayı yönlendiren ‘Persapolis’de bir gülün ağırlığı’ gibi fark bile edilmeyen ayrıntıları sıralayan dizeler izler. Destanın bu girişini izleyen bölüm ‘Vekainame ve Anlatı’dır. İpeğin Çin’den Palermo’ya gelişiyle başlayan bölümde ipek dokumacısı ailenin serüveni her –kıssa da denebilecek– hikâyeciklerde biraz daha etlenerek gelişir. Bu kıssalarda inançları yüzünden ülkeden ülkeye göçerken ipek böceği için gerekli dut ağaçlarının yetiştirebilecekleri iklimi gözetmek de vardır. Göçülen ülkenin ulus ve ad özelliklerini benimsemek de. Ailenin en önemli hazinesi olan desen defterini korumak da. Kraliyet giyiminin özelliği olan ipeğin teknoloji ve keten karşısında yenilişinin ayak sesleri de duyulmaktadır.
Bu ailenin serüveni bir noktada Polonyalı bir ailenin serüveniyle kesişir. Polonyalı aile madencidir. Bu aileden birinin başına gelenler kara mizah özellikleri taşır. Göçük altında kalan Joseph Lukacz, kaza sonrasında geceleri kendi uydurduğu madenci ilahileri söylemeye başlar: “Bahtiyar sonum geldiğinde/ kuyunun kara esvabından soyunacağım usulca,/ solmuş meşini ve avadanlığımı koyacaklar mezarıma./ Uzatacak ilahi adaletin ak esvabını/ uzatacak Tanrı bana.”
Bir gün yüzünü kömür tozuyla karartıp, sakal bırakır. Torununa yaptırttığı yaldız kağıttan taç ve kırmızı perdeden peleriniyle kendini kömür kralı ilan eder. Ve arkadaşları geldiğinde, “Tanrının yeryüzünü tersyüz edeceğini, dikey şeylerin aşağıya, yatay şeylerin de yukarıya döneceğini, kuyunun yeryüzüne doğru yükseleceğini, böylece kor halindeki toprağın kömürün içine sızıp bir yangına neden olacağını ve günlerce sürecek bir cehennem ateşinin patlak vereceği” benzeri kıyamet kehanetlerinde bulunur: Sonra atalarından birinin ona yazdırdığını söylediği bir vahyi yazar. Tanrının kömürü özellikle yeraltına sakladığını, insanların kömürü yeryüzüne çıkarmasının cennetin kaybolmasına yol açtığını, demir ve çeliğin ateş durumuna gelerek insanlığı yakıp kavuracağını açıklayan bu vahiy, yayılması koşuluyla ziyaretçilere verilmektedir. Ama olayları duyan maden yönetimi işe el koyar. Avrupa tarihini izleyen romanda bu vahiy ya da kehanet anımsanmalıdır.
Sırtımdaki Ev, öykücüklerle gelişirken iki ayrı koldan kişilerin bir araya gelmesiyle bir ülkenin yakın tarihine dönüşür. Son bölüm yıkılmış ve işgale uğramış bir ülkede (Almanya’da) ayakta kalmaya çalışan bir ailede çocuk olmak diye de özetlenebilir. Ancak bu dönem gerçekliğin gerçeküstüyle karıştığı bir çağdır. 20 yüzyıldan mağara çağına dönüşün koşulları yaşanır. Kuşkusuz kişisel anı ve acıların izlerinin yer aldığı bu bölümde yaşamanın tek kuralının oluşunun acı alayı da vardır. Bu kural ne bahasına olursa olsun ailesinin ve kendinin karnını doyurabilmektir.
Sırtımdaki Ev’in son bölümü savaşı, açlığı, işgali yaşamış çocuğun o günlerin mekânına yetişkin olarak dönüşüyle noktalanır:
“Anılarda kalan pencere çok daha büyük, zaman çok daha uzun, soğuk ve açlık sürgit bir durumdu. Yolun karşı tarafında durup kapalı pencereye baktı, burası bir zamanlar onun dünyaya açılan penceresiydi. Camların arkasındaki perdeler hareketlendi. Pencere açıldı, koyu renk saçlı bir çocuk dışarıya doğru sarkıp tıpkı bir zamanlar kendisinin de yaptığı gibi kuşkulu bir yüz ifadesiyle ona, yabancıya dikti gözlerini.” Bu cümleler bir başka anlatıcının muştulanışıdır. Artık yeni göçmenlerin yani İtalyan, İspanyol, Portekiz, Türk, Boşnak, Sırp , Yunan, Hırvat, Cezayir, Fas ve Afrika kökenlilerin serüvenini, belki de pencereden bakan o çocuk yazacaktır. Dieter Forte romanını başa dönüp bir ülkeden bir ülkeye kaçak göçlerin başlangıcını yineleyerek, yeni göçmenleri anladığını belirterek bitirir.