ISBN13 978-975-342-700-5
13x19,5 cm, 176 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Genç Işık, 2007
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

“Binlerce Rahip” öyküsünden, s. 145-148

Kamyonet Ostbahnhof tren garının önündeki virajı aldı ve hız kasisinin üzerinden geçerken yükleme kapakları gürültü çıkardı. Carst şaşkınlıkla etrafına bakındı ve bir anlığına caddenin tam ortasında durduğunu unuttu. Biri kornaya bastı, bir otobüs hemen yanında sert bir fren yaptı, hidrolik kapının tıslaması Carst'ın irkilmesine neden oldu. "Hadi ama!" diye seslendi şoför, kulağında belli belirsiz bir şey parlıyor, hemen arkasında el tutamaçları sallanıyordu. "Kök mü salıcan oraya?!"

Bunu söylerken bir yandan gülümsüyordu ve avukat tamam dercesine elini kaldırıp tekerlekli valizini meydan boyunca arkasından sürükledi. Çınarlara kargalar konmuştu ve hava öylesine soğuktu ki, hayvanlar öttüğünde solukları görülebiliyordu. Başını iki yana salladı. Araç gereç dolu bir kamyonetin üzerine kırmızı harflerle yazılmış yazıyı okumuştu: Aydınlanma.

Garın salonu ağzına kadar doluydu, spor taraftarları otomatların önünde hep bir ağızdan böğürüyordu; biletini trende almaya karar verdi. Peronda ankesörlü telefona bir bozukluk attı; para iade kısmına düştü ama hat açıldı. Ama sekreteri Bayan Mohn çoktan çıkmıştı; o da telesekretere cep telefonunu rafın üzerinde unuttuğu notunu bıraktı. Ahizede yapışkan bir şey vardı, elinin tersiyle kulağını sildi.

Tren boştu, en azından birinci sınıf vagonlar; Carst paltosunu prizi de olan bir dörtlü masanın yanına astı ve küçük kayıt cihazıyla dosyaları çıkardı. Ardından valizini koltuğunun arkasına yerleştirdi ve yemekli vagona gitti. Masaların üzerinde kirli bardaklar, ağzına kadar dolu küllükler vardı; kahve sipariş ettiğinde barmen başını iki yana salladı. "Makine bozuk. İsterseniz size çay verebilirim."

Carst çayın yanına bir de çikolata sipariş etti ve tren yola koyulduğunda pencereden dışarı baktı. Güneş alçalmıştı, oturma sıralarıyla çöp tenekelerinin gölgeleri paraların üzerindeki filigranlar gibi soluklaşmıştı; gagasının arasında bir parça yağlı kâğıt tutan bir serçe, peron çatısının devasa, yüksek kavisli travers taşıyıcıları arasında kayboldu.

Tekerlekler gıcırdadı; uzun vagonun ortasındaki körüklü kısım önce sıkıştı, ardından yeniden ayrıldı. Saçlarını kızıl kahveye boyamış şık giyimli bir kadın ve kargo pantolonla göbeğini açıkta bırakan bir üst giymiş on bir, on iki yaşlarında bir kız çocuğu da binmişti vagona, anlaşıldığı kadarıyla ana kızdılar. İkisi de kalın kitaplarına gömüldü ve sadece bir kez başlarını kaldırdılar; Carst onlara başıyla selam verdi ve masasına dönüp fincanını oradaki oyuğa yerleştirdi.

Sadece baş ve sonlarındaki cümlelere şöyle bir baktığı birkaç rapor imzaladı, bazı notlar aldı, sonra tekrar üzerlerini çizdi ve hiç olmazsa bilançolarını kontrol etmek niyetiyle bir dosya açtı. Dosyanın bayağı bir işi vardı ve dolmakaleminin kapağını dişlerine vurup yoğun biçimde düşünür gibi dışarıya bakar görünürken aslında kızı, kızın camdaki yansımasını izliyordu.

Kız ayağa kalkmış, koridor boyunca yavaşça yürüyordu. Bu sırada kendi kendine bir şarkı mırıldandı, etrafa bırakılmış gazeteleri karıştırdı, rafta unutulmuş bir atkıyı aldı, onu parmaklarının arasında inceledi. Turuncu renkli kazağı işlemeliydi, parlak taşlardan çizilmiş bir domuz vardı, dar kalçaları bir sağa bir sola savruluyor, sırayla her koltuğa tosluyordu, Carst'ınkine de çarptı. Göbek deliğinin üzerine yara bandı yapıştırmıştı ve Carst okuma gözlüğünün üzerinden baktığında ona göz kırptı.

Ardından cam kapının ardında kayboldu kız ve kısa süre sonra tuvaletin meşgul lambası yandı. "Evet, trendeyim. Evet, Berlin treni. Herhalde taşınacağız," dedi annesi vagonun diğer ucunda ve ansızın Carst artık dikkatini toplayamayacağını fark etti ve dosyayı kapattı.

Sekreteri çok fazla sigara içiyordu, belgeler de bunun sonucunda aynı şekilde kokmuştu, Carst onları kendinden uzaklaştırdı, koltuğunun konumunu değiştirdi ve tekerleklerin tıkırtısını dinlemeye koyuldu. Sesler hem çok uzak geliyordu kulağına hem de nabzıyla senkron; gözleri kapalı olmasına karşın ışığın biraz daha karardığını fark etti ve kız kulağının hemen dibinde konuştu: "İyi akşamlar, Sayın Doktor Carst. Böğürtlenli şeker ister misiniz?"

Kızının yıllar önceki sesine benzer bir ses; kızının sesi hâlâ bilgisayarında "gelen posta" kutusundaydı ve bazı zamanlar, gergin ya da yılgın olduğunda açıp dinlerdi. Kızın soluğu tatlı kokuyordu. "Hayrola? Tanışıyor muyuz?"

Kız moda pantolonunun ceplerini karıştırdı, uçuk kahverengi leğen kemikleri göründü ve vagonun diğer ucunda telefonla konuşan annesine göz ucuyla baktıktan sonra Carst'ın karşısındaki koltuğa bıraktı kendini. Şekeri ağzına atarken hafif bir tıkırtı sesi işitildi.

Sarı saçları kısa, biraz da kırpıkça kesilmişti; yumuşacık gözleri vardı, mavi ve gülümsediğinde geniş ve çekici hale gelen ince dudakları. Çenesinin bir hareketiyle belgeleri işaret etti ve kısık sesle konuştu: "İçeri girdiğimizde biraz casusluk yaptım, sorry. Bu normalde hep benim oturduğum koltuk. Burada oturunca, bir köprüye çarpmamız durumunda bütün birinci sınıf vagonuyla kafeterya kısmı güvenlik tamponu olur. Adınızın önündeki bu J. harfi de nedir? J'li insanları beğenirim."

Zarif boynu ve elleri günün birinde huzursuzluğa sebep olacak bir dişiliği muştuluyordu, ama şimdilik sümüklü bir kızdı işte, Carst da gülümseyerek kaşlarını kaldırdı. "Peki ya sen?" Konuşurken sesini alçaltmaya uğraşmadı. "Senin adın ne?"

Kız kayıt cihazını yana itti ve kollarını masaya yerleştirdi. "Jutta olmadığı kesin... Üff, bütün bu kâğıtları görünce! Yoksa siz de mi avukatsınız? Ciddi mi? Ölümcül bir iş değil mi bu? Babam artık kendisi bir dosyaya benzemeye başladı – saçları yani. Eminim bir Golden Retriever'ınız vardır. Bir de mutlaka golf arabaya karşı zaafınız."

Carst burnundan soluk vererek hafifçe güldü. "Hayır, ama yelkenlilere karşı var. Ama küçük olanlarına, şişe içindekilerden."

"Hah, aman ne komik." Suratını buruşturdu. "Gerçekten komiksiniz. Nereye gidiyorsunuz?"

"Kuzeye," dedi Carst, kız başını yukarı aşağı salladı ve ağzındaki şekerlemeyi kırdı.

"Biz de. Glücksburg'a, bilir misiniz orayı? Biliyorsunuzdur, herkes bilir. Oradaki su şatosu çok meşhurdur. Havalar güzel olduğunda hava durumundan önce gösterirler daima."

"Evet, hatırladım. Beyaz bir şato, dört kuleli, değil mi? Kırmızı kiremitten çatısı var."

"Aynen. Tam bir doğa cenneti. Yeni evli tüm çiftler ve evlilik yıldönümünü kutlamaya gelenler kapı kemerinin önünde fotoğraf çektirir, televizyondaki bütün o yapış yapış diziler de orada çekilir. Ama kimsenin bilmediği, o kahrolası taştan pastanın bir mezarlık üzerinde durduğu. Gerçekten. Binlerce rahip yatıyor orada, inanmazsanız araştırın. Sonra günün birinde kont mu ne, birisi geliyor, mezarları su altında bırakıyor ve aşk şatosunu üzerine inşa ettiriyor. Çok havalı, değil mi? Peki kuzeyde tam olarak nereye?"

"Flensburg'a."

"Ha, orada da oturmuştuk. Oradaki evimiz daha güzeldi. Bahçe fiyorda kadar uzanıyordu, köpek bakmak için en uygun yer." Başparmağıyla arkayı işaret edip dişlerinin arasından tısladı: "Ama o istemedi. Hayvan sevmiyor, kuş bile. Gardırobunda iki kürkü var." Çenesini ellerine dayadı, gözlerini kapadı. "Ona ne ad verirdim, tahmin edin."

"Kime? Köpeğe mi?"
(...)

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X