| ISBN13 978-975-342-752-4 | 13x19,5 cm, 128 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Açılış bölümü, s. 9-12. Sıçrayarak uyanıyorum, ateşler içinde, derim ateşten kabarıp su toplamış, ellerim bilekten kesilmiş sanki, parmaklarım birbirine yapışmış. Odayı dolduran rutubetli havayı iştahla içime çekiyorum, dudaklarımın birleştiği yerden salya akıyor biraz, meme emen bir çocuğun ağzının kenarından süt akması gibi. Bu nefes alınamaz şehirde –Tokyo yağmur mevsiminin en şiddetli döneminde– havanın boğuculuğuna şükreden bir tek ben varım herhalde. Bir ter damlası şakağımdan aşağıya süzülüyor ve çok geçmeden insana iyi gelen bir ıslaklık kaplıyor futon'a çıplak uzanmış olan bedenimi. Parmaklarımı yavaşça açıyorum: Bir şeyleri yok. Geriniyorum. Derim esnek, hiç yara izi yok. Beni yakan şey rüyaydı. Elimle boğazımdaki, göğüslerimin arasındaki teri silerek, bir oh çekiyorum. Sonra başımı kaldırıyor ve sağımda uyuyan Pierre'in yastığıyla benimki arasında yayılmış, ikimizin yüzü arasına koyu renk bir köprü gibi atılmış saçlarımın yoğun kütlesini çekiyorum ensemden. Taraçanın camlı kapısından görünen gökyüzü, ağır bir gözkapağı gibi, şehrin üzerine çökmüş. Zifiri karanlık. Gözlerimi kapıyorum. Kapar kapamaz düş yeniden beliriyor, yanı başımda bekleyen yırtıcı bir melek, akkor halindeki kanadının tek vuruşuyla beni diri diri yakmaya hazır. Altı-yedi yaşındayım, bir parkta tek başıma yürüyorum, üstümde okul üniformam var, mavi bir kolsuz cüppe, beyaz gömlek ve siyah cilalı ayakkabılar. Dev ağaçlar hışırdıyor etrafımda; koyu yaprakları sütümsü gökyüzünde salınıp duruyor, beyaz bir sayfanın üstünde devamlı yer ve şekil değiştiren mürekkep lekeleri misali. Bir parkın sayısız yollarının kenarlarına dizilmiş ağaçlar, arada bir kesişen yolların her biri yüksek bir duvarın önüne çıkıyor. İki yanı ağaçlı bu yollardan birinin ortasında güvensiz adımlarla yürüyorum. Yaprakların hareketinden mi nedir, ağaçlar da benimle birlikte ilerliyormuş izlenimine kapılıyorum: Bana eşlik ediyorlar, ilk adımlarıma kol kanat geren ve bir kiraz fidanının boy verdiği duvarın bir köşesine kadar bana yol gösteren koruyucu figürler olarak. Kiraz fidanındaki bahar göz kamaştırıcı, çiçeklerin ağırlığından eğilmiş olan dalları, kar tanelerinin gevşek yumuşaklığıyla düşen bir taçyaprağı yağmuru serpiştiriyor. Fidanın karşısında, bir başka kendimin karşısında olduğumdan eminim ve onun çiçeğe duruşunun sevincini, taptaze ve biraz çılgın özsuyunun yürümesini ta derinden hissediyorum. Birden oynamak geliyor içimden, ellerimi bu ipeksi ve mis kokulu karın içine daldırıyorum. Daldırır daldırmaz, korkunç bir yanma hissi duyuyorum: Taçyaprakları külden, altlarındaki toprak kordan başka bir şey değil. Ellerim açık yara, bağırmamak için dudaklarımı ısırarak geriliyor, görünüşte gayet huzur verici olan ağaççığa anlamadan bakıyorum, çatlayan yeşil kabuğunun altından boz bir gövde çıkıyor: Ağaç için için yanıyor, kavrulmuş dallarından ateşten taçyapraklar uçuşuyor. Ayaklarım küle gömülüyor, yanma hissi kaplıyor her yanımı, toprağın altındaki kor yığınının beni içine çektiğini, ölü köklerin tuzağına yakalandığımı hissediyorum. Var gücümle, kiraz fidanının narin gövdesine tutunuyorum: Ölü dallarına ve bu faciaya kayıtsız kalan asırlık ağaçlara rağmen mücadele etsin, büyüsün, boy atsın. Yanağımı genç gövdeye dayayınca, uğursuz çatırtıların yankılandığını duyuyorum: Lava dönüşen özsuyu ağacı içeriden yakıp tüketiyor, küller halinde saçılan çiçekleriyse, yitik ruhlar misali etrafımda uçuşuyor... Kaçmalı. Ama gelmiş olduğum iki yanı ağaçlı yol daralıp küçülüyor, parkın yüksek duvarları beni sarıp çeviriyor, o küçücük, külden ibaret toprak parçacığından başka gidecek yerim yok artık, orada da çok geçmeden hiç haline geleceğim. Son bir gayretle sıçrayarak, gözlerimi açmayı başarıyorum, odanın insana iyi gelen rutubeti bir merhem gibi sarıp sarmalıyor beni. Tatami'nin üstünde, solumda duran çalar saatin elektronik kadranı beş elli sekizi gösteriyor. Derhal, boğuk bir klik sesi duyana kadar, zilin düğmesine basıyorum. Saat altı. Bir-iki saniye daha geçse çalacaktı, Pierre de benimle birlikte uyanmış olacaktı. Birlikte kalkacaktık ya da beni yatakta kalmaya zorlayacaktı. Daha çok erken. Çalar saatin siyah ve yuvarlak gövdesini okşuyorum: Nesnelere üstün gelmekten hoşlanmam. Çalmaya çalmaya, mekanizması tutukluk yapacak diye korkuyorum. Bağırma özlemi çeken birine engel olmak gibi bir şey bu, sonunda konuşamaz hale gelir. Taraçaya açılan sürme camlı kapıdan hafif bir esinti giriyor odaya. Sırt üstü yatarken, tatami'lerin hasırının depoladığı ısının yükseldiğini hissediyorum futon'un içinden. Ellerimi boynuma, boncuk boncuk terleyen göğüslerimin arasına götürüyorum. Pierre, belini ve bacaklarını saran çarşafı çekerek dönüyor. Sırtı düzenli bir solukla kabarıyor, nefes alan bir kaya sanki. Ona değiyorum hafifçe, nefes alışı beni beşikteymişçesine sallıyor. İkimizin yağ gibi bir denizde süzüldüğümüzü görüyorum, sarı saçları kara suyun üstünde bir güneş şeklinde, benimkilerse dalgaların hareketine katılıyor. Gökyüzünün tekdüze karalığını üç ışıklı leke delmiş: Sokağımızın önünde boydan boya akan Sumida Irmağı'nın karşı kıyısındaki binaların tepesine konulmuş olan, hava taşımacılığı sinyalizasyonunun ışıklı göstergeleri. Kırpışan suni bir takımyıldız adeta, uzayda sonsuza kadar dolaşıp durmak ile dünyanın atmosferine girip erimek arasında tereddüt eden bir takımyıldız. Üç binadan birinin tepesinde, bir elektronik markasının reklam panosu, şehrin dört ana yönünün her birine sırayla bir ışıklı çubuk fırlatarak yavaşça kendi etrafında dönüyor. Doğuya döndüğünde, odanın içine giriyor. Utangaçça, çarşafın bir ucunu üzerime çekiyorum. Işıklı gölge önce tatami'lerin hasırının üzerinde süzülüyor, sonra soluma, evin ana odasına açılan aralanmış shôji'lere doğru. Çalar saatin kadranının üstünde oyalanıyor, tam o sırada, zamanın kaybolduğu o yankısız hiçlik tarafından yutulan bir dakika madeni bir sesle düşüyor. Nöbeti bir başka dakika devralıyor. Altıyı iki geçiyor. Gölge, o dakikanın kaybolduğunu görmüş olmaktan büyülenmişçesine, oyalanıyor. Elektronik panolu çalar saatlerde, zamanın zapt edilmesine dair bu tekrarlanan mucizede insanın içini rahatlatan bir yan var. Kadranlı saatler ise, aksine, endişe vericidir: Akrebin iki yanındaki boşluk görülür. Gölge birden sağımdaki duvara yansıyarak, kül rengi turnaların göçünün dört safhasını tasvir eden bir duvar kâğıdıyla kaplı gömme dolabın sürme kapılarını ortaya çıkarıyor. Uçsuz bucaksız kızıl bir ormanın üzerinden uçan kuşlara eşlik ediyor, onlarla birlikte Hokkaido'nun soğuk rüzgârlarına ve karlarına meydan okuyor, ilkbahardaki pirinç tarlalarının üzerinden uçuyor ve nihayet kuşlarla birlikte onların çiftleşme danslarına atılıyor. Birden dışarıdaki görünmez ve zorba bir gücün kapıverdiği gölge, taraçanın korkuluğunun üstünden atladığı gibi, gökyüzünde bir çember yayı çizerek şehrin karşıt ana yönüyle birleşiyor. Güzergâhını izlemek için dirseğimin üzerinde doğruluyorum. Geçip giderken, Narita havaalanından kalkan ve ışıklı işaretler arasında yavaşça ilerleyen böcek büyüklüğündeki bir uçağı tuzla buz ediyor. Uçak gözden kayboldu, uçuşun serabı alıp götürdü onu. Şimşek gibi bir anda çakan bu görüntü yüreğimi sıkıştırıyor: Yolculuk edenlerin muazzam kırılganlığı kayıtlı bu görüntüde. |