Ali Bulunmaz, “Bu katliamı görmemiş olun”, Cumhuriyet Kitap Eki, 22 Nisan 2010
Lukas Barfuss Yüz Gün adlı romanında, 1994’te Ruanda’da yaşanan soykırımdan yola çıkarak, o topraklarda hayat bulan bir aşk ile ülkedeki gergin ve kanlı günleri anlatıyor. Barfuss, orada otuz yıldır faaliyet gösteren bir teşkilata katılan David’in ve sevgilisi Agathe’ın ağzından olup biteni gözler önüne seriyor.
İnsanoğlunun hafızası unutmaya çok eğilimli. Hem de her şeyin hızla tüketildiği; tüketmenin “yaşamak” anlamına geldiği bu çağda. İnsan, yalnızca metaları değil, kendini de tüketiyor. Üstelik büyük bir hız ve hazla.
Güvenli bölge
Yakın geçmişte, insanın kendini tüketişine örnek olabilecek iki önemli katliama, daha doğrusu soykırıma tanıklık edildi. Bunlardan biri Srebrenica diğeri ise Ruanda. Bugünlerde Ruanda soykırımı yeniden gündemde, çünkü Lukas Barfuss’ün Yüz Gün isimli kitabında o zamandan hareketle bir aşk kurgulanmış. Ama öykünün havada kalmaması için 1994’e, soykırımın gerçekleştiği günlere geri dönüp neler yaşandığını şöyle bir hatırlamalı.
1994’te Birleşmiş Milletler (BM), Ruanda’da kabileler arasındaki gerginlik ve çatışmaları gidermek adına, aynı yıl yürürlüğe koyduğu bir tasarı hazırladı. Buna göre, ülkede seçimlerin yapılması için uygun ortam hazırlanacak ve geçen sürede BM’ye bağlı Barış Gücü askerleri ülkede kalacaktı.
6 Nisan 1994 günü, ülkenin iki büyük kabilesinin (Hutu ve Tutsi) liderlerini (ki bunlardan biri Devlet Başkanı’ydı) taşıyan uçak BM denetimindeki “güvenli bölgeden” ateşlenen füzeyle düşürülünce, Ruanda’da yakası açılmadık bir katliam başladı.
ABD, Somali’de yaşadığı yenilgi nedeniyle bölgeye çekinceyle yaklaştığından baskısını arttırdı ve öldürülen 10 BM askerini bahane ederek BM Barış Gücü askerlerinin geri çekilmesini sağlayınca katliamların şiddeti de yoğunlaştı. Büyük kabile Hutuların milisleri balta, pala, satır, taş; kısacası buldukları her şeyle Tutsileri öldürmeye koyuldu.
Aynı günlerde, daha önceleri “soykırımlara sessiz kalamayacağını” açıklamış olan Fransa ve ABD, bölgeden uzak durmak için BM’de “soykırım” sözcüğünü içeren tüm önergelerde değişiklik talep eder. Fransa, ilerleyen günlerde ise “yasal” Hutu hükümetine yardımlara başlar; Fransız askerleri, Kongo’ya kadar olan bölgeyi ele geçirir. Ancak o ana kadar 600 bin insan çoktan ölmüştür. Bunun üstüne Fransa, kendi sorumluluk bölgesinde de 200 bin insanın ölümüne ses çıkarmaz.
Bilanço çok ağırdır: Yüz Günde 800 bin kişi ölür. “Ruanda’da bunların yaşanmasına neden olan şey neydi?” sorusu dilden dile dolaşmaya başlar. Kimileri soykırımın nedeni olarak Avrupa’nın ayırımcı politikalarını Ruanda’da uygulayışını öne sürer, kimileri de Hutular ile Tutsiler arasındaki toprak paylaşım mücadelesini.
Ama belki de asıl nedeni şu sözlerde aramak daha doğru: O dönem Barış Gücü Komutanı olan Romeo Dallaire “Ruandalıların hiçbir önemi yoktu” demişti. Fransa eski cumhurbaşkanı François Mitterrand ise Le Figaro’da 12 Ocak 1998 günü yayımlanan açıklamasında “Ruanda gibi ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” buyuruyordu.
“Uzaktaki” yıkıcı savaş
İşte tozu dumana katan bu günlerle ilgili; oradan esinlenerek yazılmış bir roman var raflarda: Yüz Gün. Ruanda’da Yüz Gün süren soykırımı ve orada filizlenen bir aşkı anlatıyor. Lukas Barfuss’ün kaleminden çıkma kitabın hemen başında şöyle bir not var: “Bu kitaptaki tarihsel olaylar gerçek, kişiler kurgudur.”
Kara Kıta’nın en karanlık günlerinden; alacakaranlıktan damıtılmış satırları kotarıyor Barfuss. Romanın başkişisi David’in, ırkçılık ve adaletsizliğe karşı hem kişisel hem de içinde yer aldığı kurumsal yapı dâhilindeki öyküsü anlatılıyor. Aynı zamanda, tam ortasında kaldığı dizi cinayetler, katliam ve en doğru deyişle soykırım.
David, 1990’da Ruanda’ya gittiğinde zihninde dolananlar ders niteliğinde: “Haksızlığa başkaldırmayan, haksızlığa uğramayı hak eder.” O, yalnızca bunu düşünmüyor elbette, gittiği yerin geçmişini ve karanlık günlere doğru nasıl sürüklendiğini tarihi eşeleyerek anlatıyor. Bu eşelemenin satırlara yansıyan bir yanı daha var: “Biz kendimizi beyazların bu kıtaya getirdiği sefaletten sorumlu hissediyor ve bu suçun bir kısmını olsun telafi edebilmek için canla başla çalışıyorduk.”
Barfuss, David aracılığıyla bir özeleştiriye de girişiyor; çokuluslu şirketlerin kimi sahteci yardım kampanyalarından daha gerçekçi bir yaklaşım bu. Ama yine de cinayetleri ve söz konusu sefaleti önlemeye yettiği söylenemez.
Tüm bunlar olurken David, Ruanda’da tanıştığı Hutu Agathe ile yakınlaşmaya başlıyor. Fakat Agathe politikaya ve insanlara ilgi duymadığını söyleyerek ülkesinden ayrılmayı aklına koyuyor. David için o andan sonra iki uğraş var: Ruanda’da sefaletle savaşmak ve Agathe’ı hem kendi yanında hem de ülkede tutmak. Ama ülkede kalmaları ve o Yüz Günü geçirmeleri ikisi açısından da bir dönemeç: Katliama tanıklık ve Agathe’ın ölümü David’i sarsıyor.
David, çatışmaların “uzakta” yaşanıyor olmasından ve Fransızların, bulunduğu kentte fink atmasından hoşnuttur: “Kigali’de savaşı pek hissetmiyorduk, çatışmalar kuzeyde, Uganda sınırında oluyordu, ilgimizi çekmeyecek kadar uzaktaydı.”
Fakat oturduğu eve güvenlik amacıyla asılan “İsviçreli” yazan levha tedirginliğin bir göstergesi: “Afrika’da bir yerlerde, unutulmuş önemsiz herhangi bir ülkede değildik; dünyanın en tehlikeli yerlerinden birinde çalışıyordum.” David, bu kargaşa ve gerilim ortamının, Agathe’la yakınlaşmasını sağlayacağını düşünür; yarı yarıya haklıdır da.
“Normal” hayata dönüş
David’in inancı, Ruandalılar arasında pek bir karşılığı olmasa da, çalıştığı kuruluşun (İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın) ülkeye “demokrasi” getireceğidir: “Biz bir diktatörlükten yana değildik elbette ama demokrasinin kent seçkinlerine özgü bir ayrıcalık olduğundan çok emindik. Bizler eğitimli insanlardık, oysa buradaki çiftçilerin büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu ve kolayca kandırılabilirdi. Serbest seçimler kaos, şiddet ve sefaletten başka bir şey getirmezdi, birinin politikaya katılabilmesi için önce bilinçlenmesi gerekirdi, bu da ancak yaşam koşulları düzeldiğinde olabilirdi. Biz uzmandık ve dünyadaki en iyi yerin burası olmadığını biliyorduk ama en kötüsü de değildi, burası olsa olsa dünyanın dördüncü ya da beşinci kötü yeriydi ve bu da bize yetiyordu.”
O gerginlik ve karmaşa dolu günlerin dehşet verici gelişmesi ise, sürekli artan cinayetlere David ile arkadaşlarının alışmaya başlamasıdır. Arkadaşlarından Missland’ın şu sözleri, David’in ırkçılığa ve adaletsizliğe karşı durarak gittiği Ruanda gerçeğini anlatıyor: “Bu ülkenin tarihi koca bir yalan (...) Akıllı beylerin, bu ülkede gerçek denen bir şeyin hiç olmadığını bilmesi gerekirdi. Herkes tarihi kendi işine geldiği gibi anlatıyor ve bu masallara kendileri de inanıyor artık (...) Avrupa basını dehşet içinde, çünkü görünüşe bakılırsa cinayetler için mantıklı bir neden yok. Ne yani, mantıklı bir sebep mi olması gerekiyor? Demek istiyorum ki, iyi bir sebep her şeyi aklar mıydı?”
Söz cinayetten açılmışken, kitabın son sayfalarındaki zorunlu göç tasvirine, yol kenarlarında taşınamayan ve terk edilmiş eşyalarla yan yana yatan ceset anlatımı da ekleniyor. Soykırımı en etkili biçimde resmeden satırlar, insanların bir eşya gibi savrulup bırakıldığı bu satırlar.
Cinayet değil ama bir ölüm anlatımı daha var en sonda: Agathe’ın ölümü. David’in bir daha duymamak üzere işittiği ses, Agathe’ın sesi kesildiğinde, büyülü olan her şey bozuluyor, “normal” hayat, kaldığı yerden devam ediyor.
Romanda soykırım ve aşk bir arada yer bulmuş kendine. Tarihsel gerçekliklerin yanı sıra, kurgulanmış aşk hikâyesi, zaman zaman sırıtmakla birlikte, olan bitene başka bir boyut katıyor. Barfuss’ün kurgusu, bazen eğilip bükülürken, Ruanda’da yaşananlarla anlatımını beslediği noktada yeniden rayına giriyor gibi görünüyor.
Bununla beraber Barfuss, Avrupalıların Afrika’ya (Ruanda özelinde) hafif tepeden bakma anlayışına dair birkaç eleştiri de getirmiş. Bunu, Paul ile David arasındaki kimi karşılıklı konuşmalardan çıkarabiliyoruz: “Ülke demokrasi istiyordu ve bu ülkeye demokrasinin oyun kurallarını İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı öğretmeyecekti de, kim öğretecekti? Neyse ki küçük Paul bizim burada hizmet verdiğimizi, bir ülkenin ihtiyaçları ile ilgili kararın bize düşmediğini anımsadı.”
Yüz Gün, Ruanda’da yaşanan soykırıma değinirken, aynı zamanda kahramanlar aracılığıyla da Avrupa’nın vicdanına seslenerek bir özeleştiri yapılması gerektiğini vurguluyor. Anlatımı, söylendiği kadar sert olmamakla birlikte Barfuss, gerçekle kurguyu harmanladığı eserinde, okura ve tüm insanlara Ruanda soykırımını hatırlatıyor. Kısacası bir de böyle deniyor; görmek istemeyen ve sorumluluk kabul etmeyeler ile “Siz bunu görmemiş olun” uyarısıyla ortalıkta dolananlara, örtük şekilde “Bir de buradan bakın,” diyor.