Tuna Kiremitçi, “Fena halde Afrika”, Radikal Kitap Eki, 5 Mart 2010
Doğu Bloğu’nun çöküşüyle İkiz Kuleler saldırısı arasında, tuhaf bir on yıl yaşadı dünya: Hobsbawn’ın perspektifinden bakınca iki yüzyıla da ait olmadığını gördüğümüz bu dönemde insanlık, tarihin en büyük soykırımlarından ikisine eşzamanlı çarptı: Çetnik milisler tarafından Müslüman Boşnak halkına yapılan kıyımla Hutu milislerin Tutsilere yaptığı ve ardında tam sekiz yüz bin ölü bırakan soykırım: Soğuk Savaş’ı beynine atom bombası yemeden atlatmanın mutluluk sarhoşluğunu yaşayan insanlığın o arada pek üstünde durmadığı iki tarihsel ‘detay’.
“Hayır, ortalığı kan gölüne çevirenlerden değiliz biz. Bunu başkaları yapar. Biz kan gölünde yüzeriz. Yukarıda kalmak, kırmızı sosta boğulmamak için nasıl hareket edeceğimizi çok iyi biliriz.”
İsviçre’nin son dönemde yetiştirdiği önemli tiyatro yazarlarından, 1971 doğumlu Lukas Bärfuss, küçük, dağlık ve zengin ülkesini bırakıp yine küçük, yine dağlık ama bu sefer fena halde yoksul bir ülkeye giden gencin akıllara seza öyküsünü anlatıyor: ‘Kalkınma İşbirliği ve İnsani Yardım Teşkilatı’ bünyesinde Ruanda’da çalışan ve orada tarihin en büyük trajedilerinden biriyle karşılaşan, David Hohl’un öyküsünü.
Bärfuss, merceğini işte bu tarihsel utancın üzerine tutuyor ve çarpıcı bir karşıtlıkla yüz yüze bırakıyor okuru: Dünyanın en zengini sayılan ülkelerinden birinin yurttaşının, dünyanın açık ara en yoksul ülkelerinden birinde yaşadığı, zorlayıcı deneyimle.
“Ülkemin bana ihtiyacı yoktu, oysa orada, Afrika’da mütevazı bilgimin binde biri bile bir servetti ve bu serveti paylaşmak istiyordum.”
Gelişkin ve can sıkıcı bir toplumda doğmuş olmanın bunaltısını yaşayan ve hayatını kendisinden daha büyük bir davaya adamak için çocuksu heyecanlar duyan genç David, işte bu duygularla çıkıyor yola. Aynı zamanda anlatıcı konumundaki kahramanımızın bilincindeki Afrika romantizmi, daha havaalanında görüp abayı yaktığı, siyah tenli Agathe ile ete kemiğe bürünecek, somutlaşacak. Ruanda’nın başkenti Kigali’de geçen ilk günlerinin sıkıntısı içinde hep o kadının düşünecek David, karşı konulmaz arzular içinde.
Genellikle üzgün görünüyordu
Öte yandan, kahramanımızın düşlerini süsleyen kadının düşlerini Afrika süslememektedir. Ülkesinden olabildiğince hızlı kurtulup Belçika’daki okuluna (daha doğrusu, hayatına) dönmekten başka bir şey yoktur ‘esas kız’ın aklında. Aslında, benzerlerini Bağdat Caddesi’ndeki herhangi bir barda da bulabileceğimiz, içine doğduğu kültürden utanan genç kızlardan biridir işte. Aynı zamanda değişkendir Agathe: Kişiliği biçimden biçime girebilmekte, sağı solu belli olmamaktadır; tıpkı ülkesi gibi.
“Tek bir Agathe yoktu, en az yarım düzine Agathe vardı, içlerinden birini yakaladığımı sandığımda hemen başka biri oluyordu. Yüz ifadesinden bir şey çıkaramıyordum, sesinin tonundan da; güldüğünü görüyordum ama sözleri kulağa sert geliyordu, komik bir hikâye anlattığında da genellikle üzgün görünüyordu.”
Böylece, Yüz Gün romanının kendi payıma en başarılı bulduğum, bıçaksırtı bir hasletine temas etmiş oluyoruz: Anlatıcının ilk görüşte vurulduğu Agathe’yi anlatışında insanı sinirlendiren bir sığlık, bir kavrayış eksikliği gördüm önce ve bu beni enikonu rahatsız etti. Genç kızın kişiliği bir türlü derinlik kazanamıyor, huzurumuza gerçek bir insan halinde çıkamıyordu. Bir arzu nesnesiydi hep, erkeğin içini gıcıklayan bir muamma, hadi açık konuşayım, şişme bebek gibi bir şeydi. Onu esaslı bir roman karakterine dönüştürecek beşeri özelliklerine bir türlü kavuşamıyordu nedense.
Bunu yazarın bir eksikliği olarak görüp kıskanç meslektaş edasıyla arkama yaslanmıştım ki, son sahnelerin birinde anladım acı gerçeği. Bärfuss aslında bana oyun oynuyordu: Agetha aslında yalnızca bir kadın değil, toy Avrupalı David’in gözündeki Ruanda, hatta Afrika imgesinin izdüşümüydü. Batılı anlatıcı, tıpkı Ruanda’yı gördüğü gibi görüyordu kızı da: Erotizm ve gizemle dopdolu, anlaşılmaz ve hüzünlü bir şekilde iki boyutlu. Aşkından ölüp bittiğini söylediği kadının ailesini ya da büyüme koşullarını bile doğru düzgün merak etmemesi ve kadının ülke cehenneme adım adım yaklaştıkça geçirdiği değişime akıl erdirememesi başka nasıl açıklanabilirdi?
Bunu fark ettim ve golü geçerli sayılmamış santrafor misali, kursağımda kaldığını hissettim hevesimin. Bärfuss ise kitabının bir İsviçre saati şaşmazlığıyla işleyen mantığının arkasından bana kıs kıs gülüyordu.
“Agathe’yi ilk kez görüyordum, maskesinin ardını, hep sadece kendimi, kibrimi eğlence düşkünlüğümü bu ülkeye karşı öfkemi gördüğüm gözlerinin aynasının ardını gördüm, şimdi orada bir ruh, bir insan, bir hayat vardı.”
Anlayamama ya da anlatamama hali
Hemen eklemek gerek, Yüz Gün romanıyla günümüzde hafiften demode sayılan postkolonyalist edebiyata itibarını, hatta tazeliğini iade ediyor Bärfuss: Bunu yaparken de mirasçısı olduğu edebiyat geleneğiyle arasındaki eleştirel mesafeyi korumayı da unutmuyor. Avrupalının, kendi kolonyalist kafa yapısından dolayı dünyanın geri kalanını asla gerçekten anlayamayacağı ön kabulünden hareket edip her şeyi bu anlayamama/anlatamama halinin üzerine inşa ediyor. Agathe’ı de bu anlaşılamayan, anlatılamayan ama deliler gibi arzu edilen Afrika kavramının asıl metaforuna dönüştürüyor.
“Agathe sigarasından bir nefes çekti bakışından beni kedileriyle birlikte yatan, hatta sıçan besleyen o yoz, sıradan Avrupalılardan biri gibi gördüğünü anladım. Gece rahatça uyuyabilmek için bir hayvanı öldürmeyi göze alabiliyordu. Acı çeken bu yaratığa karşı hiç merhamet duymuyordu ve ne kadar itici, hatta ürkütücü bulsam da, beni çeken bir tarafı da vardı bu soğukluğunun...”
Romanda postkolonyalist edebiyatın geleneksel unsurları yerli yerinde: Bilinmez ve gizemli doğanın yabancı gözüyle betimlemeleri, buraya alışamamış ama ülkelerinden de ruhen uzak düşmüş teşkilat çalışanlarının bazen depresyona ve alkol bağımlılığına varan, ağır yalnızlıkları, beyaz adamın yerlilerle ilişkisinde bir türlü üstesinden gelemediği güven sorunu gibi öğeler, bir önceki yüzyılın Conrad romanlarından alınıp yeni ve kuşağımıza özgü bir bağlama oturtulmuş sanki. Bu arada Bärfuss’un dilinden eksik etmediği ve tüm iyi kitapların olmazsa olmazı kara mizahı da unutmamak gerek. Roman asıl gücünü, Bärfuss’un trajediyle kara mizah arasında gezinen, o yüksek voltajlı dilinden alıyor bana kalırsa. Tabii bu yakıcı romanın dilimize yetkinlikle kazandırılmış olduğunu da not düşelim, çevirmen Zehra Aksu Yılmazer’i kutlayarak.